Ekim 2024
Gazze’nin harabeye dönmüş moloz yığınları arasında düşmana yaklaşıyordu üç savaşçı. Ellerinde hafif makineli tüfek, kuşaklarında yedek şarjörlerle… Geceden beri birkaç tankı imha etmiş, kurdukları tuzaklarla, doğrudan yaptıkları vur-kaç’larla ona yakın düşman askerini etkisiz hale getirmiş bir kısmını ağır yaralamışlardı.
Aylardır zamanla yarışır gibi kısa uyku uyuyor, az yemek yiyor cepheden cepheye koşuyorlardı. Geç kalmaya gelmezdi bu iş. Zira geç kalınan her dakika mazlum Gazze’nin şehitleri artıyor, harap edilmiş kent biraz daha yaşanmaz hale geliyordu. Ahlaksız batının sağladığı ağır silahların saldırısı altında halk, ölüm kalım savaşı verirken, durmak olmazdı. Zaten hiç durduğu görülmemişti Yahya Sinwar’ın. O, cephenin en ön safında; onuru, haysiyeti, izzeti ve imanının gücüyle savaşıyordu. Korkusuz mücahidler cesaret ve yetenekleriyle işgalcilere cinnet geçirtiyor, eylem yapıp ortadan kaybolma özellikleriyle takip edilemiyorlardı.
İşte şimdi yeni bir saldırının hazırlığı içindeydiler. Üç kişilik timin başındaydı. Silahını son kez kontrol etti, tespihini öpüp cebine koydu, kefiyesini sardı başına, vakit kaybetmeden Refah bölgesinde alan taramasına çıktılar.
Aradıkları düşman askerlerini Tal Al Sultan mahallesinin bir sokağında buldular. Sayıca kendilerinden üç kat fazlaydılar. Korkmak bir yana dursun, sayının çokluğuna sevindi. Ayaklarına kadar gelmiş altın bir fırsattı bu.
Hedefin durduğu yerin sıfır noktasına inip çatışacaklardı göğüs göğüse. Ellerinde silah, dillerinde zikir, koşar adım ilerlediler parçalanmış bina kalıntıları arasında. Yerdeki düşman gözcülerine görünmeden yaklaşmayı başardılar. Fakat hava izleme araçlarının radarına girdiklerinden haberleri yoktu.
Yakın temas sağlanır sağlanmaz ateş etmeye başladı üç mücahid. Dakikalar içinde birkaçını vurup leş ettiler. Bulundukları yerin koordinatları komuta merkezine iletildi anında. Hava araçları olmasa açığa çıkıp ağır bir zayiat vereceklerdi siyonistlere. Yazık ki iyi planlanmış bu saldırı hava desteği yüzünden yarım kaldı. Bombalar ardı ardına düşmeye başladı sığındıkları yerin çevresine. Duvarların arkasından karşı tarafa ateş etmeye devam ettiler.
Yerlerinin belli olmasıyla birlikte hava araçlarıyla beraber tanklar da bomba yağdırmaya başladı üstlerine. İlk atışlarda iki mücahid şehit oldu. Komutan Yahya ise sağ kolundan ve diz kapağından ağır yaralandı. Şehit olan iki arkadaşına baktı fakat göremedi. Savrulmuşlardı patlamanın şiddetinden.
Sağ eli kopmuştu bileğinden. Kanı çabucak durdurması gerekirdi. Yakında bulduğu tel parçasını yaralı koluna dolayarak turnike yaptı. Giderek azalıyordu gücü. Kendi kendine konuşmaya başladı: “Galiba vakit geldi; Rabbim, senden razıyım sen de benden razı ol! Bana şehadeti nasip eyle. Dualarımda en çok istediğim şey buydu. Sana asi olan, kutsallarımıza kanlı ellerini ve lanetli dillerini uzatan; çocukları, bebekleri, bütün sivilleri seçerek hedef alıp katleden azgın siyonistlere karşı savaşırken şehadet şerbetini içmekten daha iyisini isteyemezdim. Elhamdulillah!”
Ecelin adım adım yaklaşmakta olduğunu biliyordu. Durup öylece ölümü mü bekleyecekti? Hayır! O, bütün benliğiyle kendini işine vermiş amansız bir savaşçıydı. Sürünerek de olsa kapıya kadar ilerleyip patlayıcı düzeneği kurmayı düşündü. Dakikalar içinde düşündüğünü eyleme dönüştürerek harabenin giriş kısmına kadar varıp yanındaki patlayıcıları tuzakladı. Kontrole gelen askerlerin içeri girişi sırasında patlama gerçekleşti. İşgalci askerlerden biri ağır yaralandı. Çetenin geri kalanı kaçtı korkakça. Silahı elinde olsa, birkaçını daha cehenneme gönderebilirdi.
Düşman gelecek olursa ya taşla yahut sopayla karşılık verecekti artık. Vücudunun sağlam yerlerinden destek alarak üst kata çıkıp bir koltuğa attı kendini.
Bir zamanlar beyaz gömlek, siyah pantolon ve elinde tespihi ile oturmuştu benzer bir koltuğa. Şimdiyse üzerinde kanlı hücum yeleği, belinde mermi kemeri ve elinde bir parça sopa vardı. Tespihiyse cebinde duruyordu bu kez. Oturduğu her koltuğa yakışıyordu aziz komutan. İki hali de son derece karizmatik ve heybetliydi.
Ölümden korkmuyordu. Her ne gelecekse ayakta ve kahramanca karşılayacaktı. Bitmiş, tükenmiş, yere kapaklanmış vaziyette değil!
Ortalığın tozu dumanı geçince iz süren dronlar peş peşe gelmeye başladı olay yerine. Sağdan soldan görüntü aldı uçan cisimler. Binanın yıkık tarafından içeri giren dronlardan biri yaralı aslanı görür gibi oldu. Uzaktan kumanda ile araç daha yakına gönderilmeye çalışıldı. Evet, orada biri vardı! Bir direnişçi! Sanki hiçbir şey olmamış gibi oturuyordu koltuğunda. Hava aracı daha da yaklaştırıldı. Derken, katillerin korkak yüreğini delip geçen o vakur bakış geldi takip ekranına. Ardından direnişçinin sol elle drona fırlattığı sopa yansıdı ekrana. Bütün emperyal güçlere, satılmış liderlere, sesini çıkarmayan korkaklara, bilcümle köle ruhlu şahıslara atılmış bir tokattı bu. Kim bilir…
En azından bu son hamlesiyle zamanın Hamza’sı, “İşte burdayım, cesaretiniz varsa gelip alın!” dercesine meydan okumuştu işgalcilere ve işgalcilerin tasmasını elinde tutan tüm zalimlere!
Kasım 2011
22 yıllık esaretin ardından saçlarına kırlar düşmüş bir yiğit çıkıyordu İsrail’in zindanlarından. Son derece sakin bir o kadar da vakurdu. Öyle bir asalet ile yürüyordu ki esaretin esamesi yoktu üzerinde.
Düşmanı iyi tanıyordu. Savaşmaktan başka çarelerinin olmadığını çok iyi biliyordu.
Cephe aynı cepheydi, düşman aynı düşmandı! Direnişten başka hiçbir seçenek yoktu. Hocası Şeyh Ahmet Yasin ne demişti? “Teslim olsak da olmasak da öldürecekler bizi. Biz direnişi seçtik. Bırakın savaşçı onuruyla ölelim!” Savaşacaktı.
Esaretin bitmesinden birkaç gün sonra sesinin ulaşabildiği her yere şu mesajı verdi:
“Üzerimdeki ceketi çıkarmak için sabırsızlanıyorum. Sevmediğim halde siyaset için giydirdiler. Ben takım elbiseyle oturmak istemiyorum, bir an önce silahımı kuşanıp cepheye koşmak istiyorum!”
22 yıl boyunca tecrübe etmişti hepsini. Siyonistlerin barbarca tutumlarından sapkın düşüncelerine kadar bütün hayat felsefelerini görmüş, hepsine tanıklık ederek öğrenmişti. Onların ruhlarını biliyor, beyinlerini okuyordu adeta.
Düşman onu tünellerde ve halkın arkasında ararken o en ön saflarda savaşıyordu. Harabeye dönmüş bina enkazında göğüs göğüse çarpışıyor, zırhlı araçlara bombalı düzenekler hazırlıyor, işgalci askerleri tek tek avlıyordu. Onu bulmak isteyen, cepheye gitmeliydi. Cepheye gitmek için de ölümü göze almalıydı iz sürenler. Düşman onun cephede olduğuna inanmıyordu. Müslümanların liderini de kendi korkak idarecileri gibi biliyorlardı. Hani en ufak bir tehdit karşısında korunaklı sığınaklara koşturanlardan! Zırhlı araçlara, özel korumalarla korunanlardan! Öyle miydi sahiden? Hayır, hiç de değildi.
Düşman fena yanılmıştı. Serbest bıraktıklarında ceketini alıp gideceğini sanmıştılar. Gelin görün ki o yiğit özgürlüğüne kavuşur kavuşmaz yaptığı ilk şey ceketini çıkarmak ve kollarını sıvamak olmuştu. O, içinde bulunduğumuz zamanın Hamza’sıydı. “Gözümün gördüğü hiçbir şeyden korkmam.” diyen Hamza!