Birçok şey mecrasından çıkmış, insanlık ve yaşamın maksadı anlamını kaybetmişti. Öyle ki şehrin ileri gelenleri olarak bilinenler, utanç verici barbarca eylem ve söylemleri ile övünüyor, yandaşlar gülüşüyor, karşıtlar kendi yapacaklarına cevaz için umursamazlığı tercih ediyordu. Mağdurlar, zulme uğrayanlar ise sessiz kalmaktan, ağlamaktan başka çare bilmiyordu. Hırsızlık, arsızlık, haksızlık, haramilik, barbarlık diz boyu!
Bu şehrin zemini kuru, kayalık, mevsimleri kavurucu ve sıcaktır. Bütün olanlara rağmen, Beytullah’ın burada olması, başka beldelerden insanların ziyaret, ibadet ve ticarete gelmesi şehre farklı bir hareketlilik katıyordu. Ama güven ve nezaket namına durum içler acısıydı. Şehrin fiziki yapısı gibi, insani anlayışı da kurumuş ve taşlaşmıştı. İlahi bir mucize tecelli etmeli ki, şehir bir nefes alabilsin, barbarlık bitsin. Esareti yaşayan insanlar öyle bir özgürleşsin öyle bir değişim yaşasın ki kıyamette kadar yaşayacak insanlığın medeniyet temelini oluştursun. Kayadan deveyi çıkartan, taştan suyu fışkırtan, Kızıldeniz’i emri ile ikiye bölen Allah’ın dilemesi işte böyleydi.
Allah, bu şehirden, tanınan, asil bir aileden olan, eminliğinde ittifak edilen, yetim olarak büyüyen, hem fakirliği hem zenginliği yaşayan birini peygamber olarak seçti. Peygambere ilahi bir emir geldi! “Kalk ve uyar!”(Müdessir 2)
Tıpkı önceki peygamberler misali, adeta zamanla yarışır gibi şehrin karanlığına aydınlığı anlatmaya başladı. Lakin bu çokta kolay olmayacaktı. Kulaklar öyle paslanmış, gözler öyle kararmış, kalpler öyle kirlenmişti ki çok az insan duyabildi. Öyle bir özveri ile anlatılıyordu ki, anlamak istemeyenlerin çoğu evlerine çekilip yalnız kaldıklarında bu aydınlığın doğru olduğunu hissediyorlardı. Fakat yine alışılmış olanı yıkmaktan korkuyor ve kinle dolup taşıyorlardı.
Günler kilometre taşları gibi maziye uzanıp dizilirken, davetin cennet bahçesini anlayanlar peygamberin etrafında toplanıyordu. Anlaşılmasını istemeyenler ise önce sözle alay ettiler sonra gün be gün şiddetli tartaklamalar, işkenceler ve en nihayetinde acımasızca cana kıymalar başladı. Zaman geçtikçe korku dolu kinleri ile çırpınanların saldırıları acımasızlıkları artarak yükseldi. Öyle ki peygamber ve beraberindekiler bu şehri, yani şehirlere örnek olacak olan şehri, yani Mekke’yi arkalarında bırakarak, çekip gittiler. Ama bu ayrılış, zamanı geldiğinde dönüp, şehri bulunduğu boğucu karanlıktan kurtarmanın başlangıcıydı.
Gözü görmeyen, kulağı duymayan, kinlerinde şaşkınlık için de lal olan zavallılar, yine durmadılar. Hicret ederek çekip gidenlerin mallarını yaktılar, yıktılar, el koydular, yetmedi gittikleri Medine şehrine baskınlar düzenlediler. Sonucu birçok insanın hayatına mal olacak savaşlara giriştiler. Hiçbir çırpınış, bekledikleri sonucu vermiyordu. Kutlu mücadele durmadı. Zira çırpınışların temelinde korku, kin vardı ve sermayeleri buzdandı. Oysa Peygamber Sevdalılarında yani sahabede, sevgi ve cesaret vardı ve sermayeleri Allah’tandı.
Davet bedel ister, ama sahiplenmesi güzeldir, şirindir. Dışarıdan bakanlar anlamasa da bütün acılara rağmen cephedekilere seyrandır. Zira güneş doğmuştu. Balçıkla sıvanamazdı. Karanlık dağılıyordu.
Beşer olmaları hasebiyle peygamber ile beraber bu yola çıkanlar kızmıyor değillerdi. Kendilerine bu zulmü yapanları tanıyorlardı, akrabalarıydılar, hemşerileriydiler, önemli bir kısmı daha önce onlara karşı koyabilecek cesarette değillerdi. Ama olsun, bütün olanlara rağmen, Allah’a ve peygambere teslimiyet her şeyden önemliydi. Mihenk taşı iman olunca duruşa denge gelir, yaşamları ona göre renk alıyordu.
Medeniyetin temeli Peygamber Sevdalıları olan ümmetin vasıflarını, ilahi kelam şöyle beyan ediyor. “Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emredersiniz, kötülükten alıkoyarsınız ve Allah’a inanırsınız.” (Ali İmran 110) Bu ümmet, sadece bir kavim bir şehir için değil, bütün insanlık için cennete açılan bir fırsattır.
Medine, insanlığa hayırlı olan ümmetin çağrısına icabet etti. Medeniyet temeline “lebbeyk” diyen Medine medeniyetin membaı oldu. Mekke hala karanlıktaydı, yerleşik kabilelerin kinleri birbirlerine yönelmiş, Kâbe’nin içinde bile kan dökülmüştü. Peygamber, bu zulmü durdurmaları için onlara haber gönderdi. Ama dinlemediler.
Aylardan Aralıktı. Medine’de, hummalı bir hazırlık vardı. Şehirlerin anası Mekke’yi aydınlatmaya gidecek olan ordu hazırlandı. Mekke’ye yaklaştıklarında Ocak ayının on biri ordunun sayısı on bini geçmişti. Dün dönmek üzere Mekke’den ayrılanlara, yıllardır gördükleri zulüm ve muhaceretin intikam günü yaklaşıyordu. Ama hayır hayır bu ümmet iman ile basit beşeri hesaplamaları küçük görecek kadar büyümüştü. Ordu komutanı Peygamber, sahabeye bir ferman buyurdu:
“Size karşı konulmadıkça, size saldırılmadıkça, hiç kimseyle çarpışmaya girmeyeceksiniz, hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz.”
Peygamber, Mekke’nin yakınında olan Hacun bölgesindeki karargâh çadırından, iki dağın arasındaki derin vadiden kalabalık ordusu ile Beytullah’a doğru ilerledi. Mekke’deki karanlık yüzlerin gözleri fal taşı gibi dönmeye başlamıştı. Yıllardır neler çektirdiklerini biliyorlardı. Ettiklerinin intikamı usulen çok ağır olacaktı. Hem zulüm görenler de öyle heyecanla geliyorlar ki, suçluların korkmaması elde değildi. Peygamber şehrin girişinde, şimdilerde Reyyan mescidi olan yerde durdu. Fevc fevc ordunun inişini izledi. İlahi uyarıyı okudu. “Allah'ın yardımı ve fetih (Mekke fethi) geldiğinde ve insanların bölük bölük Allah'ın dinine girdiğini gördüğünde, Rabbine hamd ederek tespihte bulun ve O'ndan bağışlama dile. Çünkü O, tövbeleri çok kabul edendir.” (Nasr 1-3)
Gökten gelen emir böyledir. Allah’a teslim olan seçkin ümmet, İntikam duygularını bir kenara bıraktı. Tövbe ve istiğfar ile Kâbe’ye yöneldiler. Putlar bir bir devrilirken, “De ki: Hakk geldi bâtıl zâil oldu. Çünkü zaten bâtıl yok olup gidicidir.” (İsra 81) ayeti okunuyordu. Kâbe’nin damından, Bilal’in ezan sesi yer ve gökte yankılandı. Müşrikler hala ne olacağını bilmiyor, korku ve telaşla eve kapanmışlardı. İnsanlığın medeniyet rehberi, o zulmedenlere, yaptıkları zulmün intikamı korkusu ile kıvrananlara yöneldi:
“Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, birdir. Va’dini yerine getirdi. Kuluna zafer nasip etti. Tek başına türlü, çeşitli bütün orduları yenilgiye uğrattı. Dikkat ediniz; övünme, her türlü kan ya da ileri sürülen mal davası şu anda benim iki ayağımın altındadır.”
Evet, yıkılan evlerin intikamı, yapılan cahillikler bu sevdanın taleplerine küçük kalır. Peygamber sözlerine devam etti:
“Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi:
“Dedi ki: 'Bugün size karşı sorgulama, kınama yoktur. Sizi Allah bağışlasın. O, merhametlilerin (en) merhametlisidir”
(Yûsuf, 92) diyorum. Haydi, gidiniz ve serbestsiniz!”
“Bugün merhamet günüdür.” dedi.
Ve o gün tekrardan kıyamete kadar meyvesini verecek olan insanlığın tohumu, yani medeniyetin tohumu zemzem ile sulanacak bu kurak zemine mucize ile insanlığın bereket iklimine atılmış oldu. O gün bu gün ve kıyamete kadar ufuktan atan nurlu şafaklar, Peygamber Sevdalıları ile karanlığı dağıtmaya uzandı ve kıyamete kadar da uzanacaktır. Hedef, eşref-i mahlukat olan insanı cennet ile buluşturmaktır.