Vazo.
Vazo var.
Bir vazo var.
Masada bir vazo var.
Masada büyük bir vazo var.
Masada büyük ve güzel bir vazo var.
Masada kimine göre büyük, kimine göre güzel bir vazo var.
Masada, büyük ve güzelin var olması için küçük ve çirkin olanın da olması zorunluluğunu zorunlu kabul ettiren, varlık için “kıyas”, “Kıyaslanacak” , “kıyaslanan” ve “kıyaslayan” zorunluluğuyla, bir paradoksu kabul etmek zorunda kalmaktan daha güçlü, bir çelişkiyi kabul etmek zorunda kalmak kadar ağır bir yükle beraber yaşamak zorunda bırakan bir vazo var.
Masada, kimine göre olması önem arz etmeyen, varlığının kendisi için biricik olduğunun farkında olan, var olan hiçbir vazo ile aynı olmadığını bilen, her bakanın kendisini farklı görmesini, hatta her bakanın her bakışında kendisini ilk defa görüyormuş gibi farklı görmesini normal bulan, kendi varlığının görüngü dünyasına uygun, masanın üstünde kendine has bir duruşla durduğu için duruşu değerli olan ve adı “Masada Bir Vazo Var” olan bir vazo var.
Masada, “Masada Bir Vazo Var” isminde, kategorik olarak Vazo cinsiyle akraba kabul edilen bir vazo var.
Masada, kutuplardan basık olan, yukarı ilerledikçe silindir şekli alan, ağız kısmında klasikleşen, en geniş yeri 43 cm çapında, buz beyazı renk üstüne siyah ve kimi yerlerde mavi renkte desenler çizilmiş bir vazo var.
Masada, alt kısmı atlasın sırtına yüklenmiş hayatın ağırlığı şeklinde olan ve adına acımtırak geoid denilen, yarıçapı yavan bir göbeğin doyumsuzluğunu çok iyi yansıtan, üst kısmı doymak bilmeyen yağmur avcısı bir “hep bana” havasına kayan, heba eden yedikçe, taşıran biriktirdikçe, vahşi bir iştahın mehdisiymiş gibi beklemeye dair israfın adını temize çıkaran, kimi yeri kır, kimi yeri kirli, kimi yeri karanlık bir göğü anımsatan, ama kimi yeri mavi göklü duyguları depreştirir gibi, gibi gibi olan, minik gök mavisi ile iri zeytin gözlere sahip bir kedi uysallığında ya da sinsiliğinde duran, öyle minik gözler ki seni sana özgürmüşsün hissine alan ama sonra milyonlarca sayısına hitabıyla zindanda yaşanan bir özgürlük havasına boğan, kimisine göre içi boş, içi bomboş, boş bir varoluşla oluşan, amacı, misyonu, vizyonu öylesine, kimisine göre yazılan, alelade bırakıldığı masanın üstünde yine öylesine ve yine kimisine göre duran bir vazo var.
Mum rengine yakın, mum yumuşaklığına uzak bir örtü ile örtülmüş masanın üstünde bir vazo var.
Masanın üstüne serilmiş ama vazonun altına yığılmış örtüye, nerden geldiyse aklıma mum renkli demek, önemli değil belki, belki kirli bir renkle gizlenmek istenmişse kirlilik, hiç önemli değil ama -esaretinin nedeni rutine yapılmış bir suikastın suçlusu olmaktan geliyordu ya, işte bu yeterli- hayatın etekleri gibi kıvrımlı olmak zorunda olduğundan kırış kırış duran, bu duruşla asil bir duruşta kalan o örtünün sırtüstü uzanıp ayaklarını saçaklarından saldığı, masanın üstüne konulmuş, dimdik ayakta duran bir vazo var.
Masanın üstünde çamurdan kilden, kumdan bir vazo var.
Boşluktan uzanan bir “EL’in” en güzel sanatıdır vazo. Dikkatinizi çekmek istiyorum “EL” kelimesinin büyük harflerle yazılmış ve tırnak içine alınmış olmasına. O zaman hepimizde, “EL” bir kelime olmanın dışına çıkmalı. O zaman “EL” uzamlanmamalı, şah damarımızdan uzanmalı. Boşlukta yer almamalı. Bir bilinmezdir “boşluk” denince beyaz bir zemine karanlığın çizilmesi. Oysa Nur'dan boşlukta bayağı mantıklıdır aslında.
İşte o boşluktan, büyük ve yetmemiş gibi tırnak içine alınmış ya karanlığın içinden uzanan beyaz, ya da beyazın içinden uzanan kara bir el gibi düşündüğümüz bir “EL” var. Görüngü gibi, fenomen gibi, görgül gibi bir şeydir herhalde “El’in” çamura yoğrul demesi. Ta ki kokmuş, değişken kara bir balçık kıvamı alana kadar. Üstelik o “EL’in” daha iyi vazolar OLuşturması için daha önce OLuşturmuş olması gerekmiyordu, yani deneyimci değildi. Çünkü “OL” demeyi en iyi o biliyordu. Belki de sadece O biliyordu.
Ama merak ediyorum, o kara çamur kirlenir mi? Sonradan yıkanabilir mi kirlilikten? Sıradanlaşmış olana alışmak çamurumuzda var ama merak ediyorum işte ben de hepinizin aklına gelen o klasik birkaç soruyu,
“Ne ile temizlenir kirlenen?
"Ne zaman temizlenir?"
"Nasıl düzeltilebilir hatalı vazolar?"
Yarım kalmış, defolu parçalar, çatık bir kaş, kırışmış bir alın ve iki kaşın tam ortasını kesen derin bir çizgi ile koca ellerin altına alınıp ezilmeli midir? Yoksa, çamurlu ellerle çevrilirken kaderin çarkı, sanatkar edasıyla dudakların kenarında yukarı doğru hafif bir çizgi oluşur mu? En nihayetinde masanın üstüne alınınca vazo,
“Budur benim şaheserim” denir mi gururla?
Çarktan alınıp fırına sürülen, ateşte pişen her esere, ellerin arasına alınmadan önce derinden ve candan bir nefesle iman tekrar üflenebilinir mi bir daha?
Üflenince vazoya, vazo soğur mu kovulmuş ateşten?
Önce fırına mı üflenir, yoksa vazoya mı?
O nefesle ateş mi harlanır? Vazo mu soğutulur?
Ama sen mutlaka soğu yüreğim, artık soğu! Ham bir çamurdan yoğruldun, çarkta semaya döndün, kızgın fırınlara sürüldün, yettiğince yandın, artık soğu! İçten ve derinden üflenen bir ruhtun. Üflenince, can geldi, kan geldi, keskin bir fer geldi, dik bir bel geldi, rengarenk semadan sevgi geldi, hiç yetmeyen, hiç yetmeyecek bilgi geldi, vahiy geldi, artık soğu! Çöl bitti, yaz gitti, püfür püfür gelen bir sabah rüzgarıyla sen üfür kendine ruhunu! Üfür dağları delen umudunu, aktif bir krater gibi fokur fokur kaynayan cehaletinin hararetini budala bir mutlulukla üfür, tüm anlamsızlığa, tam isabet yediği 14 kurşuna rağmen ölmeyen ilkel yaşama isteğini üfür ve soğu! Bu yanık kaçmak kokusu yetti! Amacını saklamadan, perdelerin ardına saklanmadan, kayışını koparmış at tadındaki özgürlük özlemini ve tek başına sadece özlemini üfür ve soğu! Sevgini, Allah’ım! O’na olan sevgini üfür kendine artık! Üfür ki amaç doğsun, serap, gerçekten üstün olsun ve tek gerçek hayallerde olsun.
Soğu artık, apak denizlerde yüzen masumiyet sahile vuran bir çocukla beraber sadece ıslandı ve aynı çocuk kumdan bir kalenin arkasına saklanmışken Gazze kumsalında, yanakları killenmedi, kirlenmedi, sadece kumlandı. Her uçak homurtusu her havan gümbürtüsü duyulduğunda, bir annenin eteğine sarılan sadece özlemdi. Ah Sudan, ama sen soğu!
Üfür hırçın kinini, ateşten öfkeni, kederini, yalnızlığını. Söyleyecek çok şey var ama "yalnızlık" dediysek, durmalıyız burda. Yalnızlığımız; çokluğumuzdur aslında”. Onun için "şikayetim yalnızlıktandır, yalnız kalmaktan değil". Şikayetim sığ çokluğumuzun, kalabalık yalnızlığından, kendimizin taşkın kalabalığına inemeyişimizedir, kalabalığımızın yüksek frekanslı sessizliğinden kendi acı sessizliğimizin çığlığını işitemeyişimizedir. Makro evrenin bilinmez bir yerinde düşürdüğümüz mikro kavramlarımızı ararken bulamamanın acısını unutturan o daha büyük acıdan, "kayboluşumuzadır". Yani çokluğun gürültüsünde kaybolduk diyorum. Ya da daha pişmedim ve hala pişiriliyorum. Yandım artık, üfür artık. Üfür çünkü masadaki tüm vazolar kırılıyor!
Vazolar kırılıyor!
Allah'ım! Vazo.