Davetin Ufku ve İcabetin Işığı: Ümmet Bilinci
İslam düşüncesinin merkezinde yer alan temel kavramlardan biri "ümmet" kelimesidir. Arapça’da sınıf, cemaat veya topluluk anlamlarında kullanılan bu kelime, kur’an-ı kerim’de geniş bir anlam yelpazesine sahiptir. Genel olarak bir zaman dilimi[1], ibrahim peygamber (aleyhisselam) örneğinde olduğu gibi[2], önder anlamlarında kullanılsa da en yaygın anlamda belirli bir topluluğu ifade etmek için kullanılır.
Kur'an, bu topluluğu niteliklerine göre ayırmaksızın, hem hak dine hem de batıl dine mensup olanlar için kullanmıştır. Hatta yalnızca insanlara değil, diğer canlılara da "ümmet" denilmiştir. Nitekim en'âm suresi 38 ayetinde, tüm canlılar anlamında kullanılmıştır: "yeryüzünde yürüyen her hayvan ve kanatlarıyla uçan her kuş, tıpkı sizin gibi birer ümmettir." bu tanımlamayla, söz konusu hayvanlar ve kuşların da insan toplulukları gibi belirli kurallara sahip belli bir grupsal yaşam tarzı olan yaratıklar olduğuna dikkat çekilmek istenmiştir.
“ümmet” kelimesi, arapçada “ümm” kökünden gelir. Ümm; “ana, nine” anlamına gelir. Fatiha suresi için kullanılan “ümmü’l-kitap” kitabın anası anlamındadır. “imam” kelimesi de aynı köktendir. Önde giden, liderdir. Ümmetin lideri, imamdır. Diğer bir ifadeyle imam, birleştiren ve bütünleştirendir.
Istılahi anlamda “ümmet”, aynı dine ya da yaşam tarzına/ideolojiye veya ilkeler bütününe inanan ve bu din/ilkeler etrafında birleşen insanlardır. Kur’an’da “ümmet” kelimesi, terim olarak bir peygambere iman edip onun tebliğ ettiği dine inanarak onu yaşayan ve peygamberinin yolundan giden, ona destek olan insanlar anlamında kullanılmaktadır. Nitekim her peygamberin bir ümmeti olmuştur. Müslümanlar ise tüm peygamberlere iman ettikleri için, onlara iman edenlerle birlikte düşünüldüğünde büyük bir ümmet olmaktadırlar. Bizim burada anlatmaya çalıştığımız ümmet de islam dinine inanan insanlar anlamındaki ümmettir. Diğer bir ifadeyle, aynı ilaha, aynı peygambere ve aynı kitaba inanıp dinin gereklerini yerine getirmeye gayret eden insanlar anlamındaki ümmettir. Kur’an’da yukarıda geçen birkaç farklı anlamda kullanılmasına rağmen, daha çok bu manada kullanılmıştır.
Ümmet kelimesinin ilk ve en geniş anlamı, "ümmet-i da'vet" veya "ümmet-i belâğ" olarak adlandırılan kitledir. Bu, son peygamber hz. Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) gelişiyle birlikte islamiyet’in arap yarımadası dışına yayılışından itibaren, bu dinden haberdar olan bütün insanları kapsar. Bu geniş kapsamlı anlayış, kur'an'daki şu temel ilkelere dayanır: resûlullah’ın tüm insanlığa bir müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmesi ve onun âlemlere rahmet vesilesi olması. Bu evrensel tebliğ misyonu, hadis rivayetleriyle de pekiştirilmiştir. Resûl-i ekrem’den nakledilen bir hadiste, dünya var oldukça islam dininin sesinin çadırda, köyde veya şehirde, yeryüzündeki bütün insanlara duyurulacağı belirtilmiştir. Günümüze kadar geçen on dört asır boyunca islam'ın evrensel bir din hâline gelmesi, bu ümmet oluşumunun sosyolojik ve tarihsel bir kanıtını teşkil etmektedir. İslam'ın sesini duymamış olanlar ise fetret ehli sayıldığından, onlar özel hükümlere tâbidir.
Âlimlerin ümmet kelimesine verdiği ikinci ve özel anlam ise "ümmet-i icâbet" adını taşır. Bu tanım, hz. Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) risaletine iman ederek ona tabi olan kitleleri, yani ümmet-i muhammed'i ifade eder. Kelimenin günlük ve yaygın kullanımı da büyük oranda bu topluluğu işaret etmektedir. Kur'an-ı kerim, icabet eden bu özel topluluğu yücelten ifadeler kullanır. Özellikle bu ümmetin “mutedil ümmet” ve “insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet” olarak nitelendirilmesi, muhammed ümmetinin üstlendiği misyonun önemini göstermektedir. Ayrıca çok sayıdaki hadis rivayetinde tekrarlanan ümmet kelimesi de çoğunlukla bu müminler topluluğunu işaret etmektedir.
Bu iki kavram, bir yandan islam'ın tüm insanlığa yönelik davetini (da'vet) gösterirken, diğer yandan bu davete olumlu yanıt verenlerin (icâbet) omuzlarındaki büyük sorumluluğu vurgular. Ümmet-i da've (davet ümmeti), en geniş anlamıyla peygamberin davetine muhatap olan, yani imana çağrılan bütün toplulukları ifade eder. Bu, peygamber efendimiz hz. Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) risaletinin başlangıcından kıyamete kadar yaşamış ve yaşayacak olan tüm insanları kapsar; inananı, inanmayanı, mümini ve kâfiri... İslam literatüründe "ümmet-i da've"nin varlığı, bize bir sorumluluk yükler: tebliğ ve davet sorumluluğu. Bizler, yani "ümmet-i icâbe"nin fertleri, bu büyük kitleye hakikat mesajını ulaştırmakla mükellefiz. Allah teâlâ, müslüman ümmeti "vasat bir ümmet" olarak niteleyerek, onları insanlar üzerinde şahitler kılmıştır. Bu şahitlik, yalnızca hayatlarımızdaki güzel örneklerle değil, aynı zamanda aktif bir davet çabasıyla da yerine getirilmelidir. Unutmamalıyız ki, insanlar başlangıçta tek bir ümmet, yani tevhid dini üzere idiler. Sonradan ortaya çıkan şirk ve küfür, ümmetin bu birlikteliğini bozmuştur. Bizim görevimiz, bu dağınık topluluğu (ümmet-i da've'yi) tekrar tevhid sancağı altında toplamaya gayret etmektir.
Ümmet-i icâbe (icabet ümmeti) ise peygamberin davetini kabul ederek ona iman eden topluluğu ifade eder. Bu, kelimenin en özel ve şerefli anlamıdır. Bizler, hz. Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) risaletini kalpten tasdik etmiş, emir ve yasaklarına uymuş müslümanlar topluluğuyuz. Ancak kur'an, bu ümmet içinde özel bir gruba daha dikkat çeker: "sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir ümmet bulunsun. İşte kurtuluşa erenler bunlardır"[3] buyrularak, iyiliği yayan ve kötülüğü engelleyen öncü bir müminler grubuna işaret edilir. Ümmet-i icâbe'nin en güzide vasfı işte budur. Biz sadece kurtuluşa eren olmakla kalmamalı, aynı zamanda başkalarını da kurtuluşa çağıran olmalıyız. Cenab-ı hak, bu özel ümmeti; “doğru ve adil, mu'tedil, insanları hakka ileten ve hakla hükmeden, hayırda yarışan” gibi üstün vasıflarla nitelemiştir. Bu vasıflar, ümmet-i icâbe’nin sadece inanan değil, aynı zamanda salih amellerle öne çıkan, topluma yön veren ve ahlaki sorumluluk üstlenen bir topluluk olması gerektiğini gösterir. İcabet, sadece bir kabul eylemi değil, aynı zamanda bir görev üstlenme eylemidir.
Davet ümmeti (ümmet-i da've) bize misyonumuzu hatırlatır; icabet ümmeti (ümmet-i icâbe) ise bize kimliğimizi ve vazifemizi gösterir. Bizler, omuzlarında tüm insanlığa karşı sorumluluk taşıyan, kur'an'ın övgüsüne mazhar olmuş bir topluluğuz. Bu sorumluluğun temel ilkesini, peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), "sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin. Şayet gücü yetmezse diliyle düzeltsin. Ona da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin ki, bu da imanın en zayıf derecesidir."(müslim, imân 78) hadisinde özetler. Bu hadis-i şerif, iyiliği emretme ve kötülüğü nehyetme görevimizin farklı mertebelerde devam eden, kesintisiz bir sorumluluk olduğunu vurgular. Bu, her bir ferdimizin, ümmet-i da've'ye yönelik tebliğ görevini kendi gücü nispetinde yerine getirme yükümlülüğüdür. Davet, sadece sözle yapılan bir eylem değil; aynı zamanda yüksek ahlak, adalet ve şefkat örneği sergilemektir. İnsanların, biz müslümanların yaşantısında islam'ın güzelliğini görmesi esastır. Nitekim resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de hadisinde ümmeti bir vücuda benzetmiştir. Bu benzetmesiyle de iç dayanışmamızı (ümmet-i icâbe içindeki birliğimizi) ne kadar güçlü tutarsak, dışarıya (ümmet-i da've'ye) olan davetimizin de o kadar güçlü ve etkili olacağını anlatmıştır.
Bizler, rabbimizin "insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet" övgüsüne layık olabilmek için; dünyevileşmeden, gevşekliğe kapılmadan, hayırda yarışan ve hakkı ayakta tutanlar olmalıyız. Sahip olduğumuz bu ilahi nimeti (islam’ı), tüm ümmet-i da've'ye en güzel surette ulaştırmak ve onları da icabetin nuruna davet etmek, her müslümanın öncelikli sorumluluğudur.