Tatil Arapça bir kelimedir. (عطل) kökünden masdar olan bu kelime başıboş bırakma, ihmal etme hareketsiz kalma gibi anlamlar taşır. “İş görmeyen, vaktini boş geçiren, çalışmayan kişi, kullanılamaz şey” anlamlarına gelen “atıl” kelimesi de bu kökten Türkçeye geçmiştir.
Tatil, kavram olarak modernleşme ve sanayileşme dönemlerinden sonra ortaya çıkmıştır. İki yüzyıl geriye gidersek tatil kavramına pek rastlayamayız. Eski çalışma sistemlerinde çalışma ve dinlenme zamanları net olarak belli değildi. Geleneksel olarak her yorgunluk veren bir çalışmadan sonra biraz dinlenme faslı olurdu elbette. Eski çalışma sisteminde bugünküsü gibi hafta sonu yıllık tatil gibi şeyler de mevcut değildi. Fabrika merkezli çalışma sistemiyle başlayan işçi-işveren ilişkileri, işçilerin hak ve hukuklarını arayışı kapsamında bugünkü tatil sistemi oluştu diyebiliriz. Kısacası bugünün tatil olayı mevcut ekonomik ilişkilerin ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Haftalık ve yıllık tatiller ortaya çıkınca, akabinde bunların nasıl değerlendirileceğiyle ilgili konular da hayattaki yerini almaya başladı. Tatillerin nerede ve nasıl geçirileceği ise seyahat ve turizm olgusunu ortaya çıkardı.
“İslami açıdan tatil olayına bakış nasıldır?” diye bir soru soracak olursak bunun şöyle cevaplanması doğru olur kanaatindeyim: İslam az bir ücret karşılığında işçi veya memuru meşakkatli bir çalışma sistemine mahkûm etmeyi elbette doğru saymaz. Yorgunluk veren işlerden sonra dinlenme tabii bir haktır elbette. Bir nimet olarak bizlerin emrine verilmiş olan yük hayvanlarına bile gücünden fazla yük yükletmemek, aç ve susuz bırakmamak dinimizin bir emridir.
Zengini daha zengin, fakiri de daha fakir yapan ekonomik bir sistem, adı ne olursa olsun meşru değildir. İslam’da paylaşmak ve yardımlaşmak esastır. Geçici dünya hayatı için biteviye çalışıp durmak, hırsla mal mülk ve servet yığmak hoş olmadığı gibi, helal rızık elde etmeyi bırakıp dilenmek veya meşru olmayan yollarla maişet temini de hoş ve helal değildir.
İslam yeryüzünde dolaşmayı, seyahat edip bilgi tabiat harikalarını görüp onlardan ders çıkarmayı emreder. Kur’an, kainatın ilâhi bir ayet ve mucize olduğunu bunun üzerinde tefekkür edilmesi gerektiğini söyler: “O akıl sahipleri, ayakta dururken, otururken ve yanları üzerine yatarken dâimâ Allah’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler ve: “Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen bütün eksik sıfatlardan uzaksın. Bizi cehennem azabından koru!” (Al-i İmran, 191)
Yani âlemdeki mucizeleri temaşa etmek için gezip dolaşmak, gördüklerinde ilâhi kudretin varlığımı müşahede etmek bir ibadettir. Özellikle bugünün uzay çalışmalarının da ilâhi bir mucize olan evrene bir tefekkür sayfası olarak bakmayı mümkün kılması açısından büyük önem taşıdığını belirtmek lazım. Ama ne yazık ki bugün uzayı ele geçirmeye çalışanların amacı insani değildir.
Diğer bir açıdan tarihteki geçmiş toplumların başlarına geleni görüp öğrenmek amacıyla seyahat edilmesi gerektiği konusudur. Kur’an şöyle der: “Sizden önce(ki milletlerin başından) nice olaylar gelip geçmiştir. Yeryüzünde gezin dolaşın da yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu bir görün.” (Al-i İmran, 137)
Evet, ibret ve ders alma amaçlı seyahat bir ibadettir. Ancak günümüzdeki turistik seyahatlerin çoğunluğu eğlence amaçlıdır.
Hulasa edersek İslam, tarihteki toplumların geçmişlerini görmek ve onlardan ders almak ile tabiatın çok zengin yapısını görüp tefekkür etmek amaçlı çaba ve uğraşları ve bu uğurda yapılan gezileri emreder ve bunları ibadet sayar.
İnsanın tabiatı ve onu bir kitap misali mütalaa etmesi önemlidir, ama bundan daha çok önemli ve öncelikli olanı insanın kendisini tanımasıdır. İlâhi vahyin ana amaçlarının başında gelen maksatlarının en önemli olanı insanın kendini, haddini idrak edip ona uygun bir hayat geçirmesidir. Kendini tanımak, âlemi tanımaktan daha öncelikli ve aynı zamanda daha çok zordur da. En zor yolculuk insanın kendisine doğru yaptığı yolculuktur. Hızlı akan hayat ve faaliyetler insanları doğruyu düşünmek ve ona uygun davranmak konusunda yanıltabilir. Kendini tanıma ve nefsinin kontrolünü ele almanın önemli bir yolu da münzevi bir yaşamı tercih etmektir. İnziva, bir tür kendini tanımanın okuludur ve peygamberler ile bilgelerden bazısının sünnetidir de.
Evet, günümüz insanı elde edilen teknolojik gelişmeler, gerçekleştirilen sanayi devrimleri, yapılan uzay yolculukları, sağlanan konforlu hayat tarzları ile tüketmenin, sömürmenin, bozmanın ve sürekli daha çok kazanmanın peşinde kendi yok oluşuna doğru ilerliyor.
Şairin dediği gibi:
“Ölmek değildir ömrümüzün en fecî işi,
Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.” (Yahya Kemal Beyatlı)
Kendini, nefsini tanıyamamışın temsili hikâyesini ise Hz Pir’den dinleyelim:
“Padişahın biri, oğlunu esrarengiz ilimlerle meşgul bir topluluğa verir. Amacı onun astroloji, reml gibi bilgileri öğrenip, gaipten haber verme, geleceği tahmin etme gibi sahalarda yetişmesini sağlamaktır. Çocuk son derece aptal yaradılışlı olmasına rağmen, becerikli hocaları onu çok iyi yetiştirirler ve gerekli bilgileri fazlasıyla öğretirler. Sonunda çocuk, o sahada tamamen üstat olarak babasının yanına döner. Bir gün padişah oğlunu imtihan etmek ister ve avucunun içine bir yüzük saklar:
-Söyle bakalım, avucumda ne vardır? diye sorar. Çocuk düşünür, öğrendiklerinin yardımıyla konuşur:
-Avucundaki yuvarlak, ortası delik, sarı bir şeydir! der. Padişah sevinir.
-Özelliklerini doğru bildin, şimdi de ne olduğunu söyle, deyince çocuk:
-Avucundaki kalbur olması lazımdır! der. Padişah çok üzülür ve şöyle söylemekten kendini alamaz:
-Aklı hayretler içinde bırakan bu kadar özelliği, bilgi ve tahsilin sayesinde söyledin, fakat kalburun avuca sığamayacağını nasıl akıl edemedin a evladım?
Mevlana şöyle ilave eder: Bunun gibi zamanımızdaki bilginler de kılı kırk yarıyorlar. Kendileriyle ilgili olmayan şeyleri pekiyi biliyorlar. Fakat önemli olanı ve kendilerine her şeyden yakın bulunanı, yani kendi kendilerini bilmiyorlar.” (Mesnevi)