Yine kıyılarımı kıyılarıma vurmaya başladı sarı hüzün. Hırçın, deli rüzgarları da arkasına alarak... Beyhude bir çabadır kapattığım kapı ve pencereler. Ölümün hışırtısından, rüzgârın uğultusundan güç devşirmede. Batan güneşin uzattığı gölgeler hızında yürüyor üstüme kızaran hüzün. Önce yeli sonra yeri ve sonunda kaçan beni alır içine.
Ufuk serap oyunu oynuyor benimle, beyhude koşuşuma. Umudu Kafdağı’na taşıma telaşında.
Haber salın yâre, kalenin gediği nerede? Sığar mı ki bu büyük başım her derde; gediğin daraldığı yerde...
Eteklerimden yukarıya çıkan bu ateş, yamaçlarımı dağlayan zamanın eseri. Zamanın mutlak galibi zaman, gazaba geldiği zaman, yüreğinden dağlanır insan o zaman. Perçemimden tutmuş beni mevsimi borana çeviren zaman.
Hazı hüzne bulayan hazan! Haydi gel biraz sen de hızlan. Kalmasın bende sana dair bir tek kız ve de kızan. Hep sensin, bana çatık kaşıyla kızan.
Oysa sırtında taşıdığı odunla kamburlaşan kadınlardan tanımıştım seni toprağın en saf zamanlarında. Çeşmelerde dizilmiş bakraçları sayarken sevmiştin hizaya çekişini. Kuzular koyunlarından ayırılırken tanımıştım sigaya çekişini. Rüzgârın saçımı, yağmurun tenimi beslerdi bir zaman. Yere kilim dokuduğun sarı yapraklarda zıplarken kanmıştım sana, inanmıştım dostluğuna. İhanetinin sırrı, sararan tenimle ifşa oldu ey sarı hüzün. Bir bir kopan yapraklarında avuttun beni bir bir aldığın dostları zaman heyulasında.
Ağıllardan ahırlara doluşurken sığırlar, anlamalıydım seni. Delikanlı boylar devşirdim sensiz büyüyen çocukluğumdan. Kuvvetin, kudretin kerametine inanmıştım göğsüme vurulduğun ilk zamanlarda. Yumuşattıysa da kerameti aşkın kudretimi, yine de sonsuz galibiyetler taşıyordum göğsümde sana karşı ey sarı hüzün.
Dağlara kafa tuttuğum zamanların hatırına say bari son birkaç demi. Gelme öyle üstüme üstüme. Kol kola el ele oluşlarımıza hürmetin olsun azıcık. Yitik takatimi tokat gibi vurma yüzüme ey kızıl ihanet.
Ben ki cevval bilinirim dostların divanında. Göz yum birkaç günlük diyarda. Yâre dik görünsün kamburum ve eğik başım. Esir mi düştü sarkık leşim ve düşük kaşım.
Sevmiştim seni bozkırın kıraçlarında. Esaret günlerindi yattığımda, anamın yer yatağında. Uluyan kurtlardan alırdık haberini. Devirdiğin çitleri onarırdık babamla, devirdiğin çınarlardan bihaber. En taze gelinler bugünlerde uğurlanırdı baba evinden bir at sırtında. Bir başka baharın habercisi sayarlardı sararmış benzini. Zenginliğe sayılırdı altına benzeyen rengin.
Ama sen... Ey asırları deviren “kızılca” kıyamet! Ben ki etten kemikten… Boyumu aşan işlere karışmışım besbelli. Mazur görünsün delikanlı çağından kalma bu serseri. Muhakkak ki bu perva o dilberin eseri.
Ah! Bir bilsen yüreğimde ne sonsuzdur yerin. Ruhundan çalmış ya suyuma, ezelden beri. Artık ne sel alır ne de yel beni. Bir görmüşlüğüm varsa öteden beri. Yarın otağıdır yüreğimde, sonsuz yeri.
Ah hazan ah! Bırak da birkaç kelam daha edeyim yârin sarı eteklerinde, ömrümün son deminde. Yıkmışım çitlerini kapısız bahçemin. Yularsız rahvan atlar besledim senden kaçmak istercesine. Melekût-u Âla’ya çıkacağım belki de sen gelmeden önce.
Ah hazan!