Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) döneminden itibaren Müslümanlar arasındaki kardeşlik (muâhât) ilkesi, İslam toplumunun inşasında yalnızca sosyal bir dayanışma modeli değil, aynı zamanda İslam siyaset düşüncesinin de temel dayanaklarından biri olmuştur. Medine’de Ensar ve Muhacir arasında tesis edilen bu kardeşlik anlayışı, farklı kabile ve menşe’lerden gelen bireyleri ortak bir inanç çatısı altında birleştirerek ümmet kimliğini inşa etmiştir. Bu durum, İslam’ın siyasal, toplumsal ve ahlâkî yapısının en önemli ilkesi olarak sonraki dönemlerde de etkisini sürdürmüştür.
Nitekim Hulefâ-i Râşidîn döneminde bu ilke, İslam Devleti’nin ana omurgasını oluşturmuş; adalet, meşveret, ehliyet ve ümmet bilinci esas alınarak yürütülen yönetim anlayışı sayesinde Müslümanlar arasında güçlü bir birlik ruhu varlık göstermiştir. Ancak Hz. Osman’ın şehadetiyle birlikte başlayan fitne dönemi, İslam toplumunda derin siyasi ve itikadî ayrışmalara yol açmıştır. Bu süreçte Hz. Ali’nin de şehadetine kadar uzanan iç çekişmeler, ümmetin ortak iradesinde kırılmalar meydana getirmiş; kardeşlik ilkesinin yerini zamanla hizipleşme ve siyasal rekabet almıştır.
Hz. Ali’nin şehadetinin ardından kurulan Emevî yönetimi, siyasi otoriteyi yeniden tesis etme gayesiyle merkeziyetçi bir yönetim anlayışını benimsemişse de özellikle Ehl-i Beyt’e yönelik baskılar ve mevâlî politikaları sebebiyle ümmet içerisinde tam bir fikir birliği sağlanamamıştır. Emevîlerden sonra iktidara gelen Abbâsîler döneminde de benzer biçimde, hilafet kurumu teorik olarak ümmetin birliğini temsil etse de fiiliyatta bölgesel güçlerin yükselişi, siyasal parçalanmayı engelleyememiştir.
Tarihsel süreçte İslam dünyasında siyasi birlik fikri, Osmanlı Devleti döneminde yeniden güçlü bir form kazanmıştır. Osmanlı hilafeti, geniş bir coğrafyada farklı etnik ve mezhebî unsurları tek bir siyasi otorite altında toplamayı başarmış; ümmet bilincinin asırlar boyu canlı kalmasına vesile olmuştur. Ancak Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve hilafet kurumunun 1924 yılında ilga edilmesiyle birlikte Müslümanlar arasındaki siyasi birlik tamamen ortadan kalkmış, İslam dünyası onlarca ulus-devlete bölünmüştür.
Modern dönemde ise özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İslam birliği, ümmetin yeniden dirilişi ve hilafetin ihyası gibi kavramlar gerek akademik gerekse entelektüel çevrelerde yeniden tartışılmaya başlanmıştır. Günümüzde “İslam birliği yeniden kurulabilir mi?”, “Bu birliğin önündeki engeller nelerdir?”, “Neden yeniden bir birlik tesis edilmelidir?” gibi sorular hem siyaset felsefesi hem de İslam düşüncesi açısından önemini korumaktadır.
Bir kısım düşünürler, İslam birliğinin mümkün olduğunu savunarak teknolojik ilerleme, iletişim imkânları ve ortak dini kimlik üzerinden iyimser bir gelecek tasavvuru ortaya koyarken; diğer bir grup, mevcut ulus-devlet yapılarının, mezhep farklılıklarının ve jeopolitik çıkar çatışmalarının bu birliği imkânsız hale getirdiğini ileri sürmektedir. Bizler de bu makalemizde İslam birliğinin oluşumunda fırsatların ve zorlukların neler olduğunu ele almaktayız.
19. ve 20. yüzyıllarda Avrupa sömürgeciliği, İslam coğrafyasının siyasi yapısını kökten değiştirmiştir. İngiltere ve Fransa başta olmak üzere Batılı güçler, Afrika’dan Güneydoğu Asya’ya kadar geniş bir bölgede hâkimiyet kurmuş; yapay sınırlar çizerek ümmetin doğal bütünlüğünü bozmuştur. Sykes–Picot Anlaşması (1916), bu parçalanmanın en açık örneğidir. Ortadoğu’nun sınırları, etnik ve mezhepsel gerçeklikler gözetilmeksizin çizilmiş; böylece Müslüman toplumlar arasında ulus kimliği ümmet bilincinin önüne geçmiştir. Bu süreçte her devlet Batı modeliyle kendi millî kimliğini inşa etmeye yönelmiş; örneğin Türkiye’de sekülerleşme, Mısır ve Suudi Arabistan’da Arap milliyetçiliği, İran’da Pers kimliği öne çıkmıştır. Bu yönelim, İslam birliğini siyasal bir ideal olmaktan çıkarmaktadır.
Modern dönemde mezhep farklılıkları, tarihsel derinliğe sahip olmasına rağmen, siyasi rekabetin aracı haline gelmiştir. Sünnî–Şiî gerilimi, özellikle İran Devrimi (1979) sonrasında bölgesel güç mücadeleleriyle birleşmiş; Yemen, Irak, Suriye ve Lübnan gibi ülkelerde derin krizlere yol açmıştır. Buna ek olarak Kürt, Arap, Berberi, Peştun, Malay gibi etnik kimlikler üzerinden yürütülen politikalar da İslam toplumlarının ortak paydasını zayıflatmıştır. Böylece mezhep farklıkları rahmet olmaktan çıkıp, siyasi bir ayrışma unsuruna dönüşmüştür.
Soğuk Savaş döneminden itibaren İslam ülkeleri, büyük güçlerin nüfuz alanına girmiştir. ABD, Rusya, Çin ve Avrupa Birliği, Müslüman ülkeleri jeopolitik çıkarları doğrultusunda bağımlı müttefikler haline getirmiştir. Filistin meselesinin çözümsüz bırakılması, Irak’ın işgali (2003), Suriye iç savaşı, Afganistan müdahalesi ve Arap Baharı süreçleri, Müslüman ülkelerin ortak bir dış politika geliştirememesinin sonuçlarıdır. Bu olaylar, İslam dünyasının ortak bilinç ile hareket etme kabiliyetini oldukça zayıflattığını açıkça göstermektedir.
İslam dünyası zengin doğal kaynaklara (özellikle petrol, doğalgaz ve maden) sahip olmasına rağmen, bu kaynakları adil ve ortak kalkınma hedefleri için kullanamamıştır. Petrol zengini Körfez ülkeleri ile Müslüman Afrika ve Asya ülkeleri arasındaki uçurum derinleşmiştir. Bu durum, ekonomik iş birliğini zorlaştırmakta; zengin ülkeler Batı ekonomilerine entegre olurken, fakir ülkeler kalkınma yardımlarına bağımlı hale gelmektedir. Ayrıca üretim ve teknoloji alanındaki geri kalmışlık, Müslüman toplumların küresel pazarda edilgen kalmasına neden olmuştur. Ortak bir İslam ekonomisi veya finans birliği kurulamadığından, ekonomik dağınıklık siyasi dağınıklığı beslemektedir. D-8 ülkeleri ve İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) gibi kurumlar, teoride birlik sembolü olsa da uygulamada etkin bir rol üstlenememektedir. İhtilafların çözümünde ya da ortak eylem planlarında karar alıcı bir güç oluşturulamamıştır.
Tüm bu zorluklara rağmen İslam birliğinin yeniden tesis edilmesi imkânsız değildir. Nitekim Kur’an’da ümmet kelimesi tam 64 defa geçmektedir. Yüce Allah en bariz ifade ile şöyle buyurmaktadır; “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, sakın ayrılığa düşmeyin.” (Âl-i İmrân, 103). Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’de; “Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine merhamet ve şefkat göstermekte bir vücut gibidirler.” (Buhârî, Edeb, 27) buyurmuştur.
Bu bağlamda, ümmetin birliği meselesi söz konusu olduğunda Gazze meselesi bütün mezhebî, siyasî ve fikrî ayrılıklara rağmen, yalnızca Müslümanların değil aynı zamanda bütün vicdan sahibi insanların üzerinde mutabık kaldığı ortak bir duyarlılık ve birlik paydası haline gelmiştir. Modern dönemde İslam dünyasının en güçlü ortak tepkilerinden biri, Filistin ve özelde Gazze üzerinden ortaya çıkmış; böylece uzun süredir dağınık halde bulunan Müslüman toplumlar, ortak bir kimlik bilinci etrafında yeniden buluşma eğilimi göstermiştir. Nitekim Sumud Filosunda sadece Müslümanlar değil birçok dinden insanlar ortak bir amaç için bir araya gelme erdemini gösterebilmişlerdir.
Osmanlı Devleti’nin yıkılışının ardından ulus-devlet sınırları içinde 57 ayrı devlete bölünen İslam ümmeti, Gazze ve Kudüs davası vesilesiyle yeniden aynı masa etrafında buluşmanın, ortak bir ideal üzerinde birleşmenin imkânını hatırlamıştır. Bu durum, tarihsel anlamda ümmet bilincinin tamamen yok olmadığını, bilakis potansiyel olarak yeniden canlanabileceğini göstermektedir.
Gerçekte ümmetin birliği, Kudüs davası etrafında kenetlenmek ve bu birliği sadece siyasî bir duruş olarak değil, ahlakî ve manevî bir sorumluluk olarak görmekle mümkündür. Bunun için mezhebî, etnik, siyasî, fikrî, ekonomik ve kültürel farklılıklar bir kenara bırakılmalı; Müslüman toplumları bir arada tutabilecek ortak değerler, semboller ve hedefler etrafında kapsayıcı bir söylem geliştirilmelidir.
Askerî, ekonomik ve teknolojik bakımdan Batı sömürgeciliğinin etkisinden tamamen kurtulabilen bir İslam dünyası, yeniden bir birlik fikrini tesis etme potansiyeline sahiptir. Ne var ki mevcut durumda hiçbir İslam ülkesi, kendi ulusal egemenliğinden feragat ederek daha geniş bir siyasî yapı altında birleşme iradesini gösterebilmiş değildir. Bu durum, ümmet fikrinin teorik düzeyde canlı olmasına rağmen pratikte henüz somut bir karşılık bulamadığını göstermektedir.
Bu noktada, İslam ülkelerinin Avrupa Birliği modeline benzer şekilde bir birlik oluşturması yönündeki öneriler dikkat çekicidir. Böyle bir oluşumun başında, ümmetin ortak iradesini temsil edecek bir liderin tarihsel tabirle “halife” konumunda bir şahsiyetin bulunması hem siyasî birlikteliği hem de manevî dayanışmayı güçlendirebilir. Böyle bir yapı, ulusal egemenliklerin tamamen ortadan kalkması anlamına gelmeden, ekonomik, kültürel, askerî ve teknolojik iş birliğine dayalı bir ümmet konfederasyonu şeklinde tasavvur edilebilir. Ancak bu idealin gerçekleşebilmesi, Müslüman toplumların ortak akıl, adalet, ehliyet ve emanet ilkeleri etrafında birleşebilme iradesine bağlıdır.