Üstad, Asar-ı Bediiye adlı eserinde İttihad-ı İslam’ın gerekliliğini şu ifadelerle anlatıyor: “Devrin en büyük vazifesi ittihad-ı İslam’dır. İslam medeniyetinin kalbi olan ilim, irfan, siyaset ve kültür merkezleri –Mekke, Medine, Şam, Bağdat, İstanbul gibi mübarek şehirle – bir bütünün azaları gibi tek bir ruhla birbirine bağlıdır. Bu şehirler İslam dünyasının farklı coğrafyalarındaki kalpleri; iman, muhabbet ve kardeşlikten doğan manevi bir ruhla birleştirerek ümmetin birlik ve dirliğini temsil eder. İttihad-ı İslam doğudan batıya, güneyden kuzeye uzanan İlahi nurla birbirine bağlı manevi bir dairedir. Dahil olanlar da üç yüz milyondan ziyadedir. İttihadın birliği ve irtibatı tevhid-i İlahidir. Peyman ve yemini imandır. Tabi olanları, Kalu Bela’dan beri dahil olan umum müminlerdir. Kayıtlı olduğu defter, Levh-i manfuz’dur. Fikirlerini yayan, İslami kaynaklardır. Günlük yayınları ila-yi kelimetullahı hedef edinen dini gazete ve dergilerdir. Kulüp ve meclisleri; camiler, mescitler, medreseler ve zikirhanelerdir. Merkezi, Haremeyn-i Şerifeyn’dir. Reisi, Fahr-i Alem’dir. Mesleği, herkesin kendi nefsiyle mücahedesidir; yani Peygamberin ahlakı ile ahlaklanma ve Sünnet-i Nebeviyyeyi ihya ve başkalarına da muhabbet ve eğer zarara sebep olmazsa nasihat etmektir. İttihadın tüzüğü Sünneti Nebeviye; kanunnamesi ise şeriatın emir ve yasaklarıdır. Silahları kesin delillerdir.”
Üstad Bediüzzaman Said Nursi İttihad-ı İslam’ın gerçekleşmesi için gerekli olan şartları da şu şekilde sıralamaktadır:
“Birincisi, İslam milliyetini esas almak ve bölünmeye yol açan menfi ırkçılığı terk etmektir. İslam ümmetinin çeşitliliği ayrılık değil, görev paylaşımı ve yardımlaşma vesilesidir. Nasıl bir orduda farklı birlikler ortak amaç için çalışıyorsa, Müslüman topluluklar da aynı iman, kitap, peygamber ve kıbleye sahip olduklarından birlik içinde olmalı, farklılıklar tanışma ve dayanışma aracı olarak görülmelidir. Dessas Avrupa zalimlerinin şu asırda çok ileri gitmiş olan milliyet fikrini Müslümanlar arasında aksi surette yaymaya çalışmalarının sebebi, bizleri parçalayıp yutmak içindir. Bu yüzdendir ki Kur’an ve sünnet kat’i bir surette olumsuz milliyet duygusunu ve ırkçılığı reddediyor. İslamiyet ve Kur’an’a karşı düşmanlık ise bütün bu vatandaşların dünya ve ahiret hayatına bir nevi düşmanlıktır. Hamiyet namına toplum hayatına hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını harap etmek hamiyet değil, akılsızlıktır.”
“İttihad-ı İslam’ın tahakkuku için gerekli şartlardan ikincisi ise şura-yı şer’iyedir. Alem-i İslam’daki hakiki ulema ve mürşitlerin içtimaı, ümmet manasında meşru yegâne mercidir. Şura ittihad-ı İslam’ın faaliyet ve teşekkülünün kaidelerini tespit eder. Şura ile Kur’an’ın kutsi kanun-u esasiyeleri etrafında birleşen İslam devletleri birleşik İslam topluluğunu meydana getirirler. Evet, ‘fikirlerin kaynaşması’ unvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle ‘ortak akıl’ (birikimi) insanlığın ilerleyişi ve bilimlerin esası olmuştur. En büyük kıt’a olan Asya’nın en çok geri kalmasının bir sebebi hakiki istişare kurulunu yapmamasıdır. Asya kıtasının ve istikbalinin keşşafı ve anahtarı şuradır. Madem insanlığın ihtiyaçları hadsiz ve düşmanları nihayetsiz ve kuvveti ve sermayesi pek az; elbette ve elbette o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hacetlere karşı imandan gelen şeriat esaslarına dayalı istişare kuruludur.
Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek istiyorsanız aklınızı başınıza alınız! İhtilafınızdan istifade eden zalimlere karşı ‘inneme’l- mü’minune ihvetun’ kal’a-i kudsiyesi içine giriniz; kendinizi muhafaza ediniz, yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz”
1911 yılında Şam ulemasının daveti üzerine Üstad Bediüzzaman Said Nursi gittiği Şam’da binlerce kişiye hitaben İslam birliği önündeki engelleri bu hutbe ile irad eder. Bu zamanın ve zeminin şartları içerisinde insanlığın içtimai hayat medresesinden ders alan ve bu nazarla bakan Üstad, İslam dünyasının terakkisine ve İttihad-ı İslam idealine set çeken bazı derin hastalıkları ifade eder. Batı toplumları ilim, fikir ve hürriyet sahasında ilerleyerek medeniyetin ön saflarına yükselirken; bizleri manevi, fikri ve içtimai noktada donuklaştıran bu hastalıklar İslam birliğinin önündeki en mühim engelleri teşkil etmektedir.
Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi
İkincisi: Sıdkın toplumsal ve siyasal hayatımızda ölmesi.
Üçüncüsü: Adavete muhabbet.
Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani rabıtaları bilmemek.
Beşincisi: Çeşit çeşit bulaşıcı hastalıklar gibi yayılan istibdat.
Altıncısı: Kişisel menfaatlere odaklanmak.
İttihad-ı İslam idealinin önündeki en derin ve yıkıcı engellerden biri hiç şüphesiz ümitsizliğin fert ve toplum bünyesinde kök salmasıdır. Zira ümit, bir milletin kalbinde hayatın, hareketin ve dirilişin kaynağıdır; ümitsizlik ise o kalbi sessizce felce uğratan manevi bir hastalıktır. Umudunu kaybeden toplumlar iradelerini de kaybeder; geleceğe dair inançları sönmüş milletler, birlik fikrini yaşatacak kudreti bulamazlar. Bu sebeple Bediüzzaman Said Nursi Hutbe-i Şamiye’de ümitsizliği İslam alemini terakkiye ve ittihada götüren yolları tıkayan en tehlikeli hastalıklardan biri olarak teşhis etmiştir. Zira ümitsizlik, birliğin ruhunu besleyen iman, gayret ve dayanışma damarlarını kurutur; ümmetin potansiyel kudretini dağınıklığa ve ataletin sessiz karanlığına mahkûm eder. Ancak ümit, yeniden dirilişin ve İslam birliğinin manevi zemininin ilk işaretidir.
Sıdk; toplum ve siyasette ölmüştür ve bu, İslam birliği önündeki engellerdendir. Evet, sıdk ile konuşmak farzdır. İslam dininde doğruluğu emreden temel esasa sıdk denir ve İslam karakterinin ulvi rabıtasıdır. Aynı zamanda yüce duyguların karakteridir. Öyle ise hayat-ı içtimaiyemizin esası; sıdkı içimizde ihya edip onunla manevi hastalıklarımızı tedavi etmektir.
Adavete muhabbet
İttihad-ı İslam’ın en büyük dayanağı olan muhabbet, bizzat kendisi en çok muhabbete layık bir hakikattir. Zira muhabbet toplumun hayatını ayakta tutan, kalpler arasında rabıtayı kuran ve ümmeti saadete sevk eden en kudsi kuvvettir. Buna mukabil kin ve husumet ise hem fertleri hem de cemiyetleri birbirinden koparan, İslam kardeşliğini zedeleyen en yıkıcı afettir. Bu sebeple, İslam birliğinin önündeki en büyük engellerden biri müminler arasına giren husumet ve adavet duygularıdır. Çünkü muhabbetin yerini nefret aldığında kalpler birleşmez, ümmet dağılır. Öyleyse bu zamanın en zaruri vazifesi, muhabbeti diriltmek, adavete karşı da adavet etmektir. Zira muhabbete en layık şey muhabbettir. Husumete en layık sıfat husumettir. Ancak bu ölçü ihya edildiğinde İttihad-ı İslam yeniden hayat bulabilir.
“Ey bu sözlerimi dinleyen bu Cami-i Emevi’deki kardaşlar ve kırk-elli sene sonra Alem-i İslam camiinde ihvan-ı müslimin! ‘Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeğe iktidarımız yok, onun için mazuruz’ diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz makbul değildir. Tembelliğiniz ve “Neme lazım” deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslam ile milliyet-i hakikiye-i İslamiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır.”
Zararlı olmamak yeterli değildir; asıl vazife faydalı olmak, çalışmak ve İslam toplumu için bir iş yapmaktır. Tembellik, ilgisizlik ve “bana ne” anlayışı, İslam ümmetinin geri kalmasına, dağınıklığa ve birliğin sağlanamamasına yol açar. Bu hal sadece bireysel bir kusur değil, aynı zamanda ümmete karşı bir haksızlık ve manevi bir zarardır.
Tembellik, ilgisizlik ve dağınıklık, ümmetin birliğini zedeleyen başlıca engeller olarak bilinmelidir. Güçlü konumda bulunan milletlerin gevşekliği yalnızca kendilerine değil aynı zamanda ümmetin zayıf halklarına da zarar vermektedir. Bu nedenle İslam birliğinin gerçekleşmesi başta Arap ve Türk topluluklarının tarihi ve dini sorumluluklarını idrak etmesiyle mümkündür.
“Haklı şura ihlas ve tesanüdü netice verdiğinden üç elif yüz on bir olduğu gibi ihlas ve tesanüd-ü hakiki ile üç adam yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adam hakiki ihlas ve tesanüd ve meşveretin sırrı ile bin adam kadar iş gördüklerini çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor.”
İslam aleminin ittifakının ve dünyaya hâkim olmasının anahtarı şûradadır. Nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler de kıtalar halinde İslam aleminin dahi o şûrayı yapmaları elzemdir.
“Evet, İslamiyet’in özüne değil, kabuğuna (kışrına) ve zahirine nazar ettik; aldandık, su-i fehm ve su-i edep ile İslamiyet’in hakkını ve hak ettiği hürmeti ifa edemedik. Ta o da bizden nefret ederek, evham ve hayalatın bulutlarıyla sarılıp gizlendi; bizi dünyada zillet ve sefalet içinde bıraktı. Halbuki o İslamiyet eski zamanlarda bizleri izzetle, saadetle, medeniyetle süsleyip yükseltmişti, biz o yüce hakikati terk ettik; şekil ve surete sarıldık. Neticede şekil, ruhsuz kaldı; suret manasız oldu. Biz, dinin ruhunu ihmal edip kışrına yapıştık; ibadetin hikmetini unuttuk, yalnız şekline baktık; ahlakın özünü kaybettik, yalnız resmini tuttuk. İşte bu suretperestlik yüzünden, İslamiyet’in kudsi hakikatleri, bizim gafletimiz ve su-i edebimizden dolayı bizden gizlendi. Biz de onun nurundan mahrum kaldık; dünya da uhrevi saadet de elimizden gitti.” (Sunuhat)
Bugün İslam birliğinin tesisine mâni olan en mühim sebeplerden biri Müslümanların İslamiyet’in özünü terk ederek kabuğuna ve zahirine yönelmeleridir. Dinin ruhunu, hikmetini ve ahlaki derinliğini ihmal edip şekil ve suretlerle meşgul olmak; ümmetin kalplerinde ayrılığı, toplumlarında ise zayıflığı doğurmuştur.
Su-i fehm (yanlış anlama) ve su-i edep (saygısız davranma) neticesinde, Müslümanlar İslamiyet’in hakkını ve hak ettiği hürmeti yerine getirmemiş; bu da dinin hayat veren hakikatlerinin toplum hayatından çekilmesine sebep olmuştur. İslamiyet’in nuru, şekilcilik ve gösteriş bulutları arasında gizlenmiş; birlik ruhu zedelenmiştir.
Muhakkikin-i evliya, Sıddıklar, Şehitler, Salihler ve onların güzel numuneleri olan İmam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali, İbn-i Sina, İbn-i Rüşt ve Bediüzzaman gibi muhakkik zatlar İslam’ın özüne sarılan toplumların izzet, saadet ve medeniyetle yüceldiğini ispat etmişlerdir. Ne zamanki Müslümanlar dinin hakikatini terk edip suretperstliğe (şekil düşkünlüğüne) sapmışlar; o zaman birlik ruhu dağılmış, kalpler arasındaki rabıta zayıflamış ve ümmet zilletle yüzleşmiştir. Bugün İttihad-ı İslam’ın önündeki en büyük engel imanın nurunu ve ahlakın özünü ihmal edip, dinin yalnızca dış görünüşüyle yetinen anlayıştır. Zira birlik, ortak şekillerin değil ortak mananın ve samimi imanın eseri olabilir.
Müslümanlar yeniden dirilişi arzuluyorsa, İslamiyet’in kışrına değil kalbine, zahirine değil özüne yönelmek zorundadırlar. Ancak o zaman İslamiyet’in kutsi hakikatleri yeniden tezahür edecek; ümmet, zillet ve tefrikadan kurtularak ittihadın nuruna kavuşacaktır.