İnzar Dergisi- Erkan Kağda
“Sisleneydi, şişleneydi ama açılmayaydı” dedim Allah'ım! Çünkü her şey, o açıldıktan sonra başladı. Gördüğüm ilk an, mum gibi, noktada donmuş bakışın içinde için için yandım. Deli danalar gibi, tuzlanmış mandalar gibi, kızgın boğalar gibi bulduğum her duvarı boynuzladım Allah'ım! Feryatlar ettim, çığlıklar kopardım ama şu kendisine insan denen mahluk, gözlerin çığlığını duymayı bilmiyordu Allah'ım!
Yolları tanımıyor, neden artık anlıyor olduğuma anlam veremiyordum. Kaybettiğim kocaman aptal gülümsemeyi aradım günlerce. Bulamadım çünkü ancak amaçsız olunca yüzümde aptal olabiliyordu o gülümseme.
Allah’ım, meğer ne ağır bir şeymiş görmek! Dağları, dağların yüklenemediğiyle beraber yüklenmek. Oysa mutludur mutfak ve tuvalet arasında gidiş gelişlerle tüketilen hayat!
Çünkü ucuzdur, umutları ancak dünya kadardır milyarların. Kısadır, hayalleri sadece dünyadadır sadece bakanların. Milyarlar içindedir, içindekiler milyarlarcadır ve kadarı milyarlarca olan her şey çok azdır ama onlar bunu bilmiyorlardır Allah’ım!
Dünya bir kahkahaydı sonuçta. Kahkahadan daha büyük kahkaha olanı olamaz da. Boğazda da kahkahadır, azda da. Kemanda da kahkahadır, sazda da. Asla göremeyeceğim bir sonsuzluğun varlığını gördüğümde o kahkaha terk etti beni. “Var’ı gören Var’ın” görmediği “sonsuzluk”, var mıdır Allah’ım?
Çünkü “Gören”, taşın altına bakmak ister. Varsa, onu görmek ister. Oysa, evet sonsuz bir “Var” var. Ama sadece o kadar. Zaman da kısa, yok kadar. Bu acıtıyor Allah’ım!
Biriktirdim insanları, tarihi, şiiri, Kur’an’ı… Biriktirdiklerimle minareler inşa edecek, üstüne çıkıp uzaklara doyacaktım. Ama insan okudukça acıkıyor, gördükçe susuyormuş ve sırtına çıkacağım dağlar inşa etmek isterken, sırtımda dağlar inşa ettiğimi gördüm Allah’ım!”
Bir gün, iki suyun birleştiği kıyıda ararken gördüm, kendim gibi uyumsuzları. Hemen hüznün tanıdık gözlerinden tanıdım onları, kaybolmuşun bilindik ürkekliğinden, aktif olmuş panikten. Etrafımı sarmış kültürler gördüm, bakanı taş eden yılan başlı bilimi. Vahşi algıları gördüm, kör ediyordu doğruların beynini. Harabe bir duvarın dibinde, yırtık terlikliler karşısında tutukluk yapmış terimleri, titrek bilgiçleri gördüm. Her tarafa saldırıyorlardı kravatlı çakallar. Durmadan hırlıyorlardı ve benimle beraber dünyayı Batı’ya doğru sürüklüyorlardı Allah’ım!
Bir tarafa “Uyanın”, diğer tarafa “utanın” diye bağırdım. Gözleri mahmur birilerine “bağırın” dedim. Amacım uzaktakinin uyanması değil, bağıranın uyanık kalmasıydı. Çünkü “Bağıran” uyuyamazdı. “Bağıran” için bir şeyler netti ve her şeyin net olması için önce bir şeyin net kalması gerekiyordu Allah'ım!
Gözlerim birdenbire açılıverdi. “Meğer “görmek” bazen rüyaymış!” dedim. Boğazım yanıyordu. Çünkü ses azaldıkça ben daha çok bağırıyordum. Oysa bağıranlardan bazılarının gözlerinin feri susmuş, tekrar uyumak istiyorlardı. Bir çöl serabında sarı kum tanelerini biriktiriyorlardı. “Durun” dedim, “Allah aşkına durun, vazgeçin artık biriktirmekten!”
“Bak çil çil, sarı sarı, işte birikmiş tepeler, işte dünya sarayları” dediler ve bozuldu “Biriktiricilerin” gözlerinin ayarları.
“Allah’ım sınırsız sahiplik yoksunluğundan ve daha çok biriktirme yoksulluğundan koru beni!” dediğimde, bir daha uyandı gözlerim. “Meğer görmek bazen serapmış!” dedim ve esrar kokulu bataklık sisinde, çamurla boyalı fundalık cadılarına aşık olmuş “Çamurcuları” gördüm. “Uy(u)mayın” dedim “Allah aşkına uymayın kevnu fesad olana!”.
“İşte renkleri, işte tüyleri, işte güzel, işte güzelin gözleri” dediler ve tekrar kapandı “Çamurcuların” renk körü gözleri.
“Allah’ım çamura müptela olmaktan koru!” dediğimde, daha daha açıldı gözlerim. “Meğer “görmek” bazen sarhoşlukmuş!” dedim ve sırtında koltuk taşıyan irtifa vurgunu “Vurguncuları” gördüm. “İnin” dedim “Allah aşkına, ne yeri yarabilir ne de o koltukta dağlara erişir boyunuz!” Ama dip vurgunu birilerinin şaşı gözleri, “yükseklerde” görüyordu kendini.
“İşte koltuk, işte güç, işte Süleyman’ın yüzüğü, Allah’ın parmağımıza geçirdiği” dediler ve gömüldü derinlere “Vurguncuların” sisli gözleri.
Umudumu yitirmişken, “tembellik” ve “memnuniyete” yenilmişken, yolsuzluk yoluna sapmışken, bembeyaz sakalıyla, çalılıktaki “Ateş” kesti önümü.
Ateş dedi: “Görmekten kurtulmak istiyorsa biri, bir hal ve çaresi daha bulunamadı “Kuru Akıldan” daha iyi. Çünkü kendini akıllı görenden daha çok zifiri karanlıklara gömülmüş bir kör daha görülmedi”.
Ateş dedi: “Ey kör kalmak isteyen Deli! Boşuna bakma boşluğa, gözlerini kapatmayı akledemez deli biri. Ama kuru aklın mazeretleri, kendisinden daha az eskimiş inancının ilkelerinden çok daha güçlüdür ve artık “mazeretleri” olmuştur tutunamayıp terk ettiği ilkeleri.
Ateş dedi: Akıllı olan “illa akıl” der mi?”
O zaman, “Ey ateş!” dedi Deli:
”Biraz da beni dinle. Gördüğümü sandığım yanılgılarımdan dönerken gördüm kendimi, Bilgi Ağacı’nın altındaki bataklıkta, şehadet parmağım alnıma dayanmış, gözlerim bataklığa saplanmış halde. Aklına gelebilecek her şeyin bilgisi doruklara konmuşsa ve önüne ateşlerden korkunç hendekler kazılmışsa bile bulunur bir hal çaresi. Ama dinle! Ya daha hiç bir akla gelmemiş bilgilerin ateşi düştüyse gözlerime. Ya hayali bile kurulmamış olanın ateşi alev yağmuru gibi, ateş seli gibi giriyorsa Camı Cem’den gözlerimin içine. Ve biliyorum, bulunmaz değil belki ama kesinlikle aranmaz aşkın çaresi.
“Ey ateş! dinle ve bana selamet ol! Sisler içinde bunca yanılgılar, rüyalar, seraplar, şaraplar, hayaller varsa görmeye dair, hala bir umut vardır görmemeye dair umut için” derken ve sevinçle dönerken gördüm Haoma dumanın ötesinde GAoKERena ağacının altında kendimi, kertenkele suyu taşıyan kurbağalarla beraber. Altı gözle gören dokuz ağızlı bir eşek tarafından ısırılmış ve Abu Hayat çeşmesinin altındaki çölde dudaklarım çatlamış halde. Ben çok susarım Ey Ateş! Dönmek istiyorum bütün gücümle. “Ama biri çaresizse ölüme sürüklüyor ise, “mutlaklık” işte böyle bir şey ise, akıntıya karşı kulaç atmanın yorgunluğu gerçek aptallıktır” dediğimde kendi kendime ve artık hiç korkmadan yürüdüğümde gördüm, çaresizce sürüklendiğim ölümsüzlüğü.
Derler ki; aşk ateştir, akıl ise duman. Aşk geldi mi akıl gider. Çünkü aşk; kapkara dumanlı kanunların, katı tikellerin, sınırları çizilmiş kelimelerin yani köle bir aklın işi değildir. Sınırları yok eden aşktır. Aşk özgürlüktür ve ancak özgür insanların yapabileceği bir iştir. Zaten onsuz, terbiye edilmiş rahvan feryatlarla çitlenmiş bayırlarda nasıl koşturulur özgürlük. O sınıra varan kişnemenin, nasıl yazılır çığlığı. Yürekten gelen “çığlık” nasıl yazılıyorsa işte öyle yaz. Çatlarcasına burnundan soluyacak vahşi atlar ama sınırsız ve hür olacaklar.
Çünkü aşkın gözünde ortalık yerde var olanlar sadece “hayal”dir.
Aşk konuşur çünkü dilsiz olan benliği dışında etrafındaki her şey konuşur onunla.
Aşk hesapsızdır, saymayı bilmez “Bir”den ötesini. Ne az vardır ne de çok ne cisim vardır ne de ruh. Sadece zuhur vardır mananın gözlerinde.
Gözlerini gözlerime dayamış aşktır, bir damlayı görmek ile okyanusu görmeyi aynı şey yapıp üstüme yağan huzur. Bir çakıl ile sıra dağları aynı kılan mutmain. Görmeyi ve görmemeyi bir eden bütün. Her gördüğünde aşk varsa, aşk her yeri kaplamıştır artık. “Orada da gökyüzü, burada da gökyüzüdür aşk. Aşk bir pervaneye hayran bakışın, bir ışığın etrafında dönüp dönüp yanmasıdır. Aşk nakış nakış işlenmiş bir çiçeğin her çizgisi, her fırça darbesi karşısında sağır olmuş, lal olmuş apaçık görmektir. Aşk okyanustur, her zerrenin sevginde Allah sevgisi görmektir, aşk damladır, Allah’ın sevgisiyle sevmeyi bilmektir.
Şimdi Ey Ateş git ve:
“Aşkla, bu ihtişamın karşısında artık gözlerimin boynunu eğdir.
Ama yok, eğer sadece akıl varsa, o zaman, zaten “yokluk” “varlığa” yeğdir”