Peygamberimiz genç iken Mekke’de Ficar Savaşları olmuş ve cahiliye devri insanları haram aylarda dahi birbirlerini kırmışlardı. Bu savaşların en çarpıcı sonucu; Mekke’de güvenilmez bir ortamın oluşumuna zemin hazırlamış olmasıdır.
Bilindiği üzere Mekke, Araplar için bir toplanma ve ibadet merkeziydi. Bunun yanı sıra ticaret merkezi konumundaydı. Hac ve umre için toplananlar ya da panayırlarda bir araya gelenler ticaret yaparlardı. Haliyle ticarette anlaşmazlıklar, haksızlıklar olurdu.
İşte Ficar Savaşlarından sonra Mekke’de yerli veya güçlü olanlar, bu güvensiz ortamdan istifade ile haksızlıklar yapmaya başlamışlardı. Öyle ki Mekke artık yabancı tacirler için güvenilirliğini kaybediyordu. Bahsedeceğimiz Hılfu’l-Fudul’un kuruluşunun esas sebebi bu ortamın sonlandırılmasıdır.
Bardağı taşıran son damla şuydu: Zübeyd kabilesinden bir kişi ticaret maksatlı Mekke’ye gelip malını As bin Vail’e sattı. Ama As bin Vail ona ödemesi gereken parayı ödemedi. Bunun üzerine söz konusu şahıs birçok yere müracaat etti. Girişimlerinden sonuç almayınca, Ebu Kubeys dağına çıkıp durumunu özetleyen bir şiir okudu.
Bunun üzerine bu faziletli dediğimiz kişiler, yaş ve konumundan dolayı saygı duydukları Abdullah bin Cud’an’ın evinde toplandılar. Bu türden haksızlıklara uğrayanların haklarını almak üzere kendi aralarında sözleştiler. İşte bu sözleşme veya yemine Hılfu’l-Fudul dendi.
“Allah’a and olsun ki Mekke şehrinde birine zulüm ve haksızlık yapıldığı zaman hepimiz, o kimse ister iyi, ister kötü, ister bizden, ister yabancı olsun, kendisine hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz. Denizlerde bir kılı ıslatacak kadar su bulundukça ve Hira ile Sebîr dağları yerlerinde kaldığı sürece bu yemine aykırı davranmayacağız ve birbirimize malî yardımda bulunacağız”
Anlaşma bu şekilde idi. Sözleşme maddelerine göre haksızlığa uğrayanın yerli veya yabancı olması önemli değildi. Mağdur olmuş olması yeterli idi. Bu kişi ister taşradan isterse de Mekke’nin yerlisi olsun fark etmeyecekti.
Ayrıca hak alınıncaya kadar sözleşmeye taraf olanların birlikte hareket edeceği hükme bağlanmıştı. Örneğin haksızlık yapan birinin Haşim oğullarından olması, Zübeyr bin Abdulmuttalib’in tavrında bir değişikliğe neden olmayacaktı. O da diğer Araplarla birlikte kendi kabilesinden olan zalime engel olacaktı.
En son madde anlaşmanın zaman sınırı ile ilgilidir. Buna göre anlaşmanın bir süresi yoktu. Denizlerde bir damla su bulununcaya ya da Hira ve Sebir dağları yerlerinde duruncaya kadar anlaşmanın geçerli olacağı belirtilmişti. Bu da anlaşma maddelerinin dünya durdukça cari olacağını göstermektedir.
Bu cemiyettekiler “Faziletliler” olarak anılır. “Faziletliler Yemini” olarak tanımlayabileceğimiz bu kurumda, Peygamberimiz yirmi yaşlarında bir genç olmasına rağmen görev aldı. Çünkü haksızlığa karşı gelmek onun tabiatında vardı.
Kurum ilk iş olarak Zübeydli şahsın alacağını As bin Vail’den aldı. Bundan sonra her kim haksızlığa uğrasa hemen Hılfu’l-Fudul’a müracaat ediyordu. Haksızlıklar sadece ekonomik alanda olmuyordu. Araplardan bazıları ahlaksız yöntemlere başvurarak, yabancılara haksızlıklar yapıyordu.
Buna örnek olarak İslam tarihi kaynaklarında şöyle bir olay anlatılır: Has’am kabilesinden biri Mekke’ye hac veya umre için gelmişti. Yanında Katul isminde bir kızı da vardı. Bu kızcağızı gören Nübeyh bin Haccac onu kaçırdı. Babası çaresiz sağa sola müracaat ediyordu. En sonunda kendisini Hılfu’l-Fudul’a yönlendirdiler. Sözleşmeye taraf olan kabileler toplanıp Haccac’ın evine gittiler. Kızı ondan alıp babasına teslim ettiler.
İslam dini geldikten sonra da bu topluluk iş yapmaya devam etti. Hz. Peygamber’in vahiyden sonra dahi bu gruptan övgüyle bahsettiği, bu yemini kızıl tüylü bir deve sürüsüyle de olsa asla değişmeyeceğini, tekrar davet edildiği takdirde tereddüt göstermeden derhal davete icabet edeceğini söylediği belirtilmektedir.
Peygamberimiz haktan, haklıdan yana bir tavır takınmıştı. Bu hep böyle devam etti. Gün geldi Erâş kabilesine mensup birinden mal satın alan Ebû Cehil parasını ödemedi. O’nun Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’e düşmanlığını bilen bir müşrik, alay etmek amacıyla mağdur tacire, Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’i göstererek “Şu adama müracaat edersen, paranı Ebu Cehil’den alıp sana verebilir” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber(sallallahu aleyhi ve sellem)’e giden tâcir olayı anlatıp yardım istedi. Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) onunla birlikte Ebû Cehil’in evine gitti ve herhangi bir güçlükle karşılaşmadan parayı aldı.
Yine Zübeyd kabilesinden bir tâcir mallarını satmak için Mekke’ye geldi. Ebû Cehil diğer tüccarların ondan alışveriş yapmasına engel oldu ve malına düşük bir fiyat biçti. Kimsenin daha fazla fiyat vermemesi üzerine sıkıntıya düşen tacirin durumunu öğrenen Hz. Peygamber, üç deve yükü malı onun istediği fiyattan satın aldı. Bu şekilde adamın uğradığı haksızlığı gidermiş oldu. Ebû Cehil yanına gelince de Hilfü’l-Fudûl’ü hatırlatarak aynı şeyi bir daha yapmaması için kendisini uyardı.
Peygamberimiz bu şekilde haksızlıklara karşı çıkarak, zulme rıza göstermediğini ortaya koyuyordu. Mekke’de normal bir yaşantı sahibi iken veya Peygamberlikten sonra kurduğu devlette de hep haksızların karşısında durdu. Böylece yeryüzünün mazlumları, mağdurları, mahrumları, mustaz’afları O’nun yanında saf tuttu.
Belki de peygamberliğin gereklerinden biri de budur. Bugün zulmü kabullenmiş kalabalık Müslüman kitlelere; “Kalkın zulme karşı çıkın, çünkü sizin Peygamberiniz olarak ben daima zulme karşı geldim” anlamında bir mesajdı bu.
Ayrıca toplumun ihtiyacı olan bazı hususlarda sivil olarak inisiyatif almaya da bir örnektir bu kurum. Çünkü o gün ihtiyaç olan bir başka zamanda da ihtiyaç olabilir veya buna benzer çeşitli konular ortaya çıkabilir. Örneğin ekonomik zorluklar yaşayan fakir, yoksul kesime yardım etmek hususunda da sivil inisiyatif gerekebilir. Nitekim bugün onlarca İslami Sivil Toplum kuruluşu, çeşitli konularda insanlara yardımcı olmaya çalışıyorlar. Öyle ki zamanla dernek, vakıf gibi isimler altında toplumun yaralarını sarmaya çalışmışlardır. Örneğin bir zamanlar soğuk havada camiye gelenlere sıcak su sağlamaya yönelik cemiyetler dahi ortaya çıkmış.
İslami devirlerde devletin boş bıraktığı birçok alanı bu kuruluşlar doldurmuş ve toplumun ihtiyaçlarını karşılamışlardır. Bugün dahi bahsettiğimiz tarzda cemiyetler insanlara yardımcı olmaya çalışıyorlar.