1901 yılında Fransız arkeolog Jean Vincent Scheil (İran’ın Huzistan bölgesindeki kazıda) Hammurabi yasalarını keşfetti. MÖ 18. yüzyılda Babil kralı Hammurabi tarafından kayaya kazılan bu kanunlar yaklaşık (33 tanesi okunamayan) 282 maddeden oluşur ve dörtte biri, aile hakkındadır. Ekonomik hükümleri (fiyatlar, tarifeler, ticaret ve alışveriş), aile hukukunu (evlilik ve boşanma), ceza hukukunu (saldırı, hırsızlık) ve medeni hukuku (kölelik, borç) içerir.
Yer yer aşırıya kaçmış gibi gözükse de bu kanunlarda aile kurumunun özellikle keyfilikten ve cinsi sapıklıklardan korunmasının amaçlandığı görülür.
Mesela 128. maddede, “bir sözleşme yani nikah akdi olmadan evlilik geçerli değildir” der.
Tahrif edilen Tevrat’ın 200 ayetinde, yine tahrif edilen İncil’in 100 ayetinde aileden bahsedilir, Ailenin korunması esas alınır.
Kur’an-ı Kerim’i konunun sonuna bırakalım.
Antik Yunan’da da aile kurumuna büyük önem verilmiş, yine evlilik için veliler gözetiminde bir sözleşme şart koşulmuş, kadının hakları hususunda abartılı kısıtlamalar olsa da kadının korunması esas alınmış ve bugünkü feminist düşüncenin aksine kadın, eviyle birlikte düşünülmüştür. Yine antik Yunan’da da ilk başta cinsi sapkınlıklara ve zinaya ağır cezalar getirilmiştir.
Hz. İsa’dan dört asır önce yaşayan Sokrates’e göre Aile; ahlâkî erdemlerin öğrenildiği ilk yerdir.
Aynı dönemde yaşayan ve Antik Yunan’ın en önemli filozoflarından sayılan Demokritos’a göre; Aile sevgisi, devlet sevgisinin ilk öğretmenidir.
Ondan hemen sonra gelen Aristo’ya göre Ailenin amacı, yalnızca yaşamı sürdürmek değil, iyi yaşamı sağlamaktır.
Hz. İsa’dan yaklaşık bir asır önce yaşayan Roma’nın en meşhur hatibi sayılan aynı zamanda devlet adamı, hukukçu ve yazar olan Çiçero’ya göre; Evlilik ve aile, yalnızca bireysel bir tercih değil, insan doğasının zorunlu düzenidir. Aile hem ahlâkın hem de yurttaşlık bilincinin okuludur. Devletin istikrarı, ailelerin sağlamlığına bağlıdır.
Roma İmparatorluğu’nun en ünlü hükümdarlarından ve aynı zamanda büyük bir Stoa bilgesi olduğu için “filozof kral” diye anılan ve Hz. İsa’dan sonraki ikinci asırda yaşamış Marcus Aurelius’a göre; Aile sorumluluğu evrensel sorumluluk zincirinin başlangıcıdır.
Hz. İsa’nın doğumundan beş asır önce yaşayan ve Çin düşüncesine önemli etkisi olan Konfüçyüs ise “Ülkede düzen istiyorsan önce aileleri düzene sok. Aileler düzenli olursa devlet güçlü olur; devlet güçlü olursa dünya barış bulur.” der.
Yine aynı dönemde yaşayan Buda: “Eşler arasında sadakat, ailenin en büyük koruyucusudur.” der.
Hint toplumunun en eski ve etkili hukuk kitabı Manusimriti’ye göre Aile, Drahma’nın yani alemdeki düzenin ve faziletin temelidir.
Günümüzde Hindistan’da siyaset bilimi ve strateji alanında hâlâ ilham kaynağı olan Hz. İsa’dan yine beş asır önceki Kautilya’ya göre; Aile, toplumun en küçük ama en sağlam kurumudur. Krallığın düzeni, ailelerin uyumlu olmasıyla mümkündür. Kadınların korunması ve çocukların eğitimi, devletin istikrarı için vazgeçilmezdir.
Hindu öğretisine göre yaşamın 4 evresinden (aşrama) biri ev halkı dönemidir; aile kurmak, çocuk yetiştirmek, topluma hizmet etmek bu dönemin görevidir.
Hz. İsa’dan altı asır önce yaşayan ve Taoizmin kurucusu Laozi’ye göre aile, toplumun küçük bir aynasıdır. Ona göre; eğer ailede uyum varsa, köyde uyum olur; köyde uyum varsa, ülkede barış olur.
Japonlarda mesela altıncı asırda Shotoku Taishi, 17 maddelik anayasasında “Aile içinde uyum, devlette barışın temelidir.” der.
Son dört asır aydınlanma, sanayileşme, kentleşme gibi büyük değişimlerin yanında özellikle büyük savaşların yol açtığı yıkımların da etkisiyle dünyayı aşama aşama ele geçiren modern düşünce ile aile kurumu büyük yara aldı.
Bunda en büyük pay, hiç şüphesiz yine fikir adamlarınındır. Çünkü yasalar, devletler, uluslararası sözleşmeler, ortak kabuller, eğitim, siyaset, ekonomi, teknoloji, sanat gibi birçok alan, onların yorumlarına dayanmıştır.
Ne dediler ne yaptılar da aile kurumunu sarstılar:
Aileyi doğrudan hedef alsalardı, hangi dinden olursa olsun gelenekten tam kopmayan kitlelerin doğrudan tepkisiyle karşılaşırlardı. Ancak, bu düşünürler, çelişkili, ikiyüzlü yaklaşımlarıyla şüpheler yaydılar ve aile binasına olan güveni sarstılar.
Şimdi bu çelişkilere misaller verelim:
Baruch Spinoza (1632–1677); bir taraftan “insanın mutluluğu akıl ve erdem ile olur; bu erdemlerin ilk öğrenildiği yer ailedir” der. Ama diğer taraftan aileyi kutsal değil, doğal ve geçici bir düzen olarak görmekle kalmaz aynı zamanda dinsel otoritenin aile üzerindeki etkisini reddeder.
Voltaire (1694–1778); bir taraftan aileyi özgür düşünce ve sevgi ortamı üreten merkez görerek övdü. Ama diğer taraftan dine yönelik sert eleştirileriyle, evliliğin “kutsallık” boyutunu zayıflattı ve aileyi yalnızca bireylerin mutluluğu için bir araç konumuna indirdi.
David Hume (1711–1776); “bir taraftan ahlâkın temelinde sempati/empati vardır ve bu, aile bağlarında doğal olarak gelişir” dedi. Ama diğer taraftan ahlâkı dini temelden kopararak tamamen insan deneyimine bağladı ve aileye dini kutsallık yüklemeyi reddetti. Evlilik ve aileyi toplumsal faydaya dayalı sözleşme gibi takdim etti.
John Locke (1632–1704); bir taraftan aile, doğal hakların korunduğu ilk toplumsal kurumdur dedi; ebeveyn–çocuk bağını eğitim ve ahlâkın temeli saydı. Ama diğer taraftan bireysel özgürlüğü merkeze alarak aile bağlarını ikinci plana itti ve ailedeki otoritenin sınırlanması gerektiğini savundu.
Montesquieu (1689–1755); bir taraftan ailenin, toplum düzeni ve yasalar için temel birim olduğunu belirtti. Ama diğer taraftan yasaların aileden daha üstün olduğunu vurguladı; aileyi hukuk düzenine tabi kıldı.
Jean-Jacques Rousseau (1712–1778); bir taraftan çocuğun eğitiminin ve ahlâkî gelişiminin ailede başladığını savundu. Ama diğer taraftan bireyi topluma hazırlama amacıyla aileyi “geçici bir okul” gibi gördü; devletin eğitim rolünü öne çıkararak ailenin bu konudaki rolünü değersizleştirdi.
Immanuel Kant (1724–1804); bir taraftan evliliği “karşılıklı saygı ve ödev birliği” olarak tanımladı; “ailede sorumluluk ahlâkî bir görevdir” dedi. Ama diğer taraftan evliliği daha çok hukukî bir sözleşme olarak gördü; aşk ve duyguyu geri plana attı.
G.W.F. Hegel (1770–1831); bir taraftan aileyi, “etik hayatın ilk halkası” saydı; sevgi, sadakat ve sorumluluğun burada öğrenileceğini söyledi. Ama diğer taraftan aileyi, devletin hizmetinde olması gereken hiyerarşik bir yapı diye niteledi ve ailede de olsa bireysel özgürlüğün devletin sınırlarına tabi olduğunu savundu.
Auguste Comte (1798–1857); bir taraftan aileyi ahlâkın ilk okulu olarak gördü. Kadını ahlâkî rehber saydı; erkeğin enerjisini, çocuğun geleceğini düzenleyen merkez olarak aileyi vurguladı. Aile, bireyci eğilimlere karşı toplumsal dayanışmayı sağlar, dedi. Ama diğer taraftan kadını daha çok duygusal/ahlâkî bir role indirgeyerek sınırladı. Aileyi aşkın (dinsel) değil, tamamen sosyolojik bir işlev olarak ele alarak kutsiyetini reddetti.
Karl Marx (1818–1883); bir taraftan aile dayanışmasını emeğin ve toplumsal ilişkilerin bir yansıması olarak ele aldı. Ama diğer taraftan kapitalist toplumda ailenin “mülkiyetin devamı için araç” olduğunu söyleyerek geleneksel aileyi hedefine koydu.
Friedrich Nietzsche (1844–1900); bir taraftan güçlü bireylerin ailede yetişmesi gerektiğini ifade etti. Ama diğer taraftan aileyi çoğu zaman “sürü ahlâkı”nın kaynağı olarak gördü; bireysel gelişimi ve imkan üreticiliğini kısıtlamakla suçladı.
Sigmund Freud (1856–1939); bir taraftan aileyi, kişiliğin ilk şekillendiği yer olarak gördü; anne baba ilişkileri çocuğun ruh sağlığında belirleyicidir, dedi. Ama diğer taraftan aileyi, aynı zamanda nevrozların kaynağı saydı (Ödipus kompleksi teziyle); geleneksel rolleri aşağılayarak bunları bir baskı unsuru diye tarif etti.
Émile Durkheim (1858–1917); bir taraftan aileyi, toplumsal dayanışmanın en temel kurumu olarak tanımladı. Ama diğer taraftan modernleşmeyle ailenin fonksiyon kaybına uğramasının da geniş ailenin çözülmesinin de doğal olduğunu söyledi.
Max Weber (1864–1920); bir taraftan ailenin ekonomik ve kültürel değerlerin aktarımındaki merkezi rolüne atıflarda bulundu. Ama diğer taraftan modern kapitalizmle ailede sevgiyi değil hesabı öne çıkardı; rasyonelliği ailedeki duygusal köklerden daha öncelikli gördü.
Martin Heidegger (1889–1976); bir taraftan aile için insanın kök saldığı yer ve bireyin ilk aidiyet alanı diye vasfetti. Geleneksel bağların insanın kendisini “evinde” hissettirdiğini söyledi. Ama diğer taraftan modern teknoloji ve kitlesel kültür eleştirisinde, aileyi kurtarıcı değil, sıradanlaşmış bir “gündelik yaşam” parçası olarak gördü. “Herkes” eleştirisinde ailenin, bireyi özgün olmaktan alıkoyabileceğini söyleyerek kuşku yaydı.
Jean-Paul Sartre (1905–1980); bir taraftan ailedeki sevginin, sorumluluk bilinci kazandıracağından söz etti. Ama diğer taraftan aileyi çoğu kez bireysel özgürlüğü engelleyen bir bağ olarak görür; “diğerleri cehennemdir” sözünü aileye de uyarlar.
Michel Foucault (1926–1984); Aileyi iktidar ilişkilerini anlamak için önemli bir laboratuvar gibi inceler. Ama diğer taraftan aileyi sadece “disiplin ve kontrol mekanizması” olarak görür; bireyi baskılayan bir kurum şeklinde eleştirir.
Vladimir Lenin (1870–1924); bir taraftan kadının ezilmesine karşıydı ve aileyi bu açıdan yeniden kurmaktan bahsetti. Ama diğer taraftan geleneksel aileyi “kadını zincirleyen” bir kurum olarak eleştirdi. Sosyalist toplumda aile bağlarının çözülerek, çocukların ortak sorumlulukla büyütülmesini savundu.
Mao Zedong (1893–1976); bir taraftan “Kadınlar göğün yarısını taşır.” diyerek ailede kadının rolünü güçlendirmekten bahsetti. Ama diğer taraftan Çin’de geleneksel Konfüçyüsçü aile düzenini feodal baskı olarak tanımladı. Kadınların aile içindeki rolünü devrimle dönüştürmek gerektiğini savundu.
Ve modern düşünce aileyi nasıl zayıflattı:
- Bireycilik öne çıktı:
Modern çağın en güçlü vurgusu “bireyin özgürlüğü”dür.
Ailede geleneksel otorite (baba, büyükler) zayıflamış, bireysel tercihler ön plana çıkmıştır.
“Ben” öncelikli yaşam anlayışı evlilik ve aile bağlarını ikinci plana atmıştır.
- Sanayileşme ve Şehirleşme
Geleneksel toplumda aile hem ekonomik hem sosyal hem de eğitim birimiydi.
Modern ekonomide iş hayatı dışarıya taşındı; aile, üretici değil, sadece tüketici hâle geldi.
Şehirleşme ile çekirdek aile modeline geçildi bu ise geniş aile bağlarını kopardı.
- Sekülerleşme
Dinî düşüncenin toplumsal hayattaki ağırlığı azaldı.
Nikâhın kutsallığı, ebeveyn otoritesi gibi kavramlar sarsıldı.
Aile, kutsal bir birlik değil, “kişisel bir sözleşme” gibi görülmeye başlandı.
- Kadın Hakları ve Feminist Hareketler:
Kadının eğitime, çalışma hayatına ve hukuka katılması çok büyük bir ilerlemedir.
Ancak geleneksel rollerin değişmesiyle birlikte ailede yeni çatışma alanları ortaya çıktı.
Modern düşünce, ailedeki “otorite dengelerini” kökten değiştirdi.
- Bireysel Haz ve Tüketim Kültürü
Modern kapitalizm bireysel tüketimi ve keyfi öne çıkardı.
Aile, ekonomik bir dayanışma ve fedakârlık yuvası olmaktan çıkıp, çoğu zaman “kişisel mutluluğun gerçekleştiği” bir araç olarak görülmeye başladı.
Beklentiler yükseldi, sabırsızlık ve boşanmalar arttı.
- Hukuk ve Aile İlişkisi
Modern hukuk birey haklarını korumak için aile bağlarını sınırlandırdı.
Boşanma kolaylaştı, evlilik sözleşmesi sıradanlaştı.
Aileye değil, bireylere öncelik verildi.
- Cinsi sapkınlıklar:
Modern dikte, özgürlüğü, sınırsız şehvet olarak lanse etti. Yaratılışa zıt cinsi meyillere bir engel koymadığı gibi, bunu özellikle sanat yoluyla teşvik etti. Hatta daha da öteye giderek bunların örgütlü olmasını hem siyaset hem finans araçlarıyla destekledi. Ve bu sapkın oluşumların normalleşmesi daha alt seviyedeki yozlaşmaların önünü tamamen açtı. Aile, büyük bir darbe aldı.
- Teknoloji ve Dijitalleşme (Günümüz)
Sosyal medya ve sanal iletişim, aile içi yüz yüze iletişimi azalttı.
Çocuklar ve gençler, otoriteyi aileden değil dijital kültürden öğrenmeye başladı.
“Ev”in bir arada bulunma işlevi zayıfladı.
ÇÖZÜM:
Çelişkilerden uzak bir çizgide yeniden bütün halinde İslam Medeniyetine dönüşle mümkündür.
Çözüm arı duru bir Kur’an, Sünnet perspektifidir.
Kur’an-ı Kerim, 400 ayetinde aileyi işler. Dolaylı olarak söylersek tabi ki Kur’an-ı Kerim’in tamamı aileden bahseder diyebiliriz.
Yine 1500’den fazla Hadis-i Şerif Aileyi ele alır.
Ve İslam Fıkhının yüzde 30’u aileye dairdir.
İslam felsefesinin yüzde 30’u aile ile ilgilidir. İslam Ahlakı’nın yüzde 30’u aileyi konu edinir.
Bilginin bilince dönüşmesi için bir hareketin aktif parçası olmak gerekir. Kriz yönetimi içinse daha hızlı bir hareketin aktif parçası olmak gerekir.