Akşamüstü telefonum çaldı. Bakıp bakmamak arasında kararsız kaldım. Telefonda yahut yüz yüze görüşmelerde çoğunlukla dinleyici taraf olduğum için açmaya pek hevesim yoktu. Zira kimseyi dinleyecek durumda değildim.
Uzun uzun çalmaya devam edince en azından kimin aradığına bakayım, dedim. Arayan samimi bir dostumdu. Açmamak olmazdı. Açtım.
“Nerelerdesin, neler yapıyorsun?” sorularına kısa cevaplar verdim. O sordukça ben kaçındım uzun boylu konuşmaktan. Rahat bırakacak gibi değildi. “Neden?” deyince uzun uzun anlatmaya gereği duydum.
Peki, istediğin cevapları vereceğim, dinliyor musun, dedim. Evet, dinliyorum, dedi. Zaten biriyle paylaşma ihtiyacım vardı içime sığmayan utancı. Başladım anlatmaya:
“Her şeyden bir parça soğudum bu aralar. Toplum içine çıkmaktan imtina ediyorum. Üzerimde bir suçluluk, bir utanç ağırlığı var. Vicdan azabı, kronik hastalık gibi karıyor kalbimi fasılasız. Huzursuzluğun vitrin yeri sanki sıfatım. Kederimi gizleyecek makyajım, yüzümü gizleyecek maskem yok.
Hasbelkader dışarıda tanıdık biriyle karşılaşacak olsam iyi olmadığımı hemen anlayıverir suratımdan. ‘Çok üzgün görünüyorsun, hayrola, neyin var?’ sorusundan kurtulamıyorum. Öyle ağır ki cevap vermek; söylesem olmuyor, söylemesem olmuyor. Çoğunlukla yan yana gelmeden istikameti değiştiriyorum.
İnsanlardan kaçmanın yolu var da Allah’tan nasıl kaçarım arkadaş? Yer O’nun, gök O’nun. Gece O’nun, gündüz O’nun. Doğu O’nun, batı O’nun. Kaçacak yer nerede? Birkaç kez uykuya sığınacak oldum, kâbusla uyanmam bir oldu! Nefes nefese uyanmış, dişlerimi birbirine kenetlemekten acı çekmiştim.
Yani kaçmanın hiçbir bir yolu yok!”
Dostum:
“İyi ama kimden kaçıyorsun ve neden kaçma gereği duyuyorsun?”
“Onu anlatıyorum ya sana. Bir utanç içerisindeyim. Her gören sebebini soruyor. Tatmin edici bir cevabım yok maalesef. Haydi insanları geçtim, ya diğer varlıklara ne demeli? Onların dilini konuşamıyorum ki cevap verebileyim. Hoş, verecek cevabım da yok ya! İşte...”
“Ne varlığı, ne konuşması? Ne oldu sana, benimle eğleniyor musun yoksa?”
“Ne münasebet dostum, eğlenmek ne demek! Kendin sordun ya neden görünmediğimi. Anlatıyorum ben de.”
“Anlayabileceğim şekilde anlatır mısın lütfen!”
“Bak, sofra başına geçince nesneler muhalif şahsiyetlere bürünüp ayıplıyorlar beni. Kıyasıya eleştirirler haklı olarak. Eşyaların dile gelip konuştuklarına inanmıyor musunuz? O halde ne söylediklerini aktarayım da inanıp inanmayacağına sen karar ver.
Su bardağı:
‘Utanmıyorsun değil mi? Gazze’de insanlar içecek su bulamazken, sen keyif olsun diye dolapta soğutup öyle içiyorsun suyunu. Hatta boykot ürünlerinin kirine bile bulaştırıyorsun beni. Reva mıdır?’
Yemek tabağı:
‘Kardeşlerin açlıktan ölürken önüne çeşit çeşit yiyecek yığmaktan çekinmiyor ve beğenmezlik yapıyorsun. İsrafı da cabası! Boğazından rahat geçiyor mu bari?’
Üzerinde namaz kıldığım seccade:
‘Mescid-i Aksa esaret altında inim inim inlerken huşu içinde kıbleye dönebiliyor musun yönünü? Huzurlu musun?’
Yattığım döşek:
‘Bomba yağmuru altında gecesi gündüzü olmayan kardeşlerinle senin konforun arasında kaç derecelik fark var?’
Çocuğumu sevecek olsam kaynağı meçhul bir ses yankılanır kafamın içinde:
‘Tabi ya, senin yavrun her şeyden önemli. Öyle olmalı fakat çocuk cesetlerinin yıkılan evlerin enkazı üstüne sıra sıra dizildiği görüntüleri de düşünmen gerekmez mi be adam? Ne zaman harekete geçeceksin?’
Nereye baksam, neye dokunsam benzer cümlelerle azarlıyorlar beni. Farz-ı muhal onlardan kurtardım yakamı, ya şu ayet-i kerimenin sorumluluğundan nasıl kaçabilirim?
“Hem size ne oluyor ki Allah yolunda: ‘Ey Rabbimiz, bizleri halkı zalim olan bu memleketten çıkar, tarafından bizi iyi idare edecek bir sahip ve bize katından bir kurtarıcı gönder!’ diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların kurtarılması uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?” (Nisa/75)
Aramızda bir ekran olsa bile, çocukların o masum bakışından, kadınların Allah’a teslimiyetinden, erkeklerin yaşam mücadelesinden, liderlerin gözünü kırpmadan ölüme koşmalarındaki heybetten utanıyorum. Çünkü biz kardeşiz ve ben -hatta biz- yerimizden kıpırdamadan seyrediyoruz yaşanan vahşeti.
İşte durum böyle değerli dostum, ortalıkta gezecek yüzüm yok! Hiç olmazsa, ‘Kudüs işgal altındayken ben nasıl gülebilirim. Gülmeyi kendime yasakladım.’ diyen Selahaddin-i Eyyubi gibi izzet sahibi olsaydık. Yok, yok, yok... bizde yani bende hiçbir şey yok!
Koşmak, çabalamak gerekirken tembel tembel oturmuş gibi bir utanç, bir vicdan azabı içerisindeyim! Sanki bütün ümmetin sorumluluğu bana ait ve ben yapmam gerekeni yapmıyorum gibi geliyor bana. Şimdi söyle bana, haksız mıyım böyle kendi köşeme çekilmekten? ”
Bir süre cevap gelmedi karşı taraftan. Telefonu kulağımdan uzaklaştırıp ekranına baktım. Bağlantı mı kesildi diye. Hayır, bağlantı vardı. Tekrar konuşma pozisyonuna getirip yineledim sorumu.
“Nesneler konuşmaz kardeşim. Kendi lisan-ı halleriyle bir şeyler anlatırlar belki fakat sadece bakmakla yetinenler bilmez, görmek lazım. Anlattığın duruma gelince, konuştuğunu sandığın şey senin vicdanındır.”
“Ama nasıl olur, her eşyanın söylediği cümle farklı!”
“Hayır, sen öyle sanıyorsun. Hangi nesneden istifade edeceksen, o an, o dile geliyorsa demek ki senden kaynaklanıyor mevzu.”
“Anlamadım!”
En iyisi yanıma gel de öyle konuşalım, dedi. Ya benim dediklerimi çok önemsemedi yahut benimle aynı kaderi paylaşıyordu.
Vicdanım konuşuyorsa ölmemiş demekti. İşin bu kısmına sevindim. Kapattım telefonu, dostumun kaldığı yerin yolunu tuttum. Belki derdimize deva bulmanın bir yolunu bulur, içinde bulunduğumuz ağır utancın pençesinden kurtuluruz diye..!