Bugün çok mutluydu. Çünkü en büyük kızını evlendiriyordu. Bir-iki yıl sonra torun sahibi de olacaktı. Arabasına atladı. İki oğlunu arkaya bindirip gaza bastı. Eşi ve kızı önceden kuaföre gitmişlerdi. Onlar da işlerini bitirince düğün salonuna geleceklerdi. Dışarıda bulutlu bir hava vardı. Arada bir yağmur yağıyor, sis bastırıyordu. Müslüman’ım diyen, arabayı yavaş sürüyordu. Bu mutlu gününde canından olmak istemezdi.
Müslüman’ım diyen’in kitabında sadece tek bir cümle vardı. Daha fazla kazanmak… Paranın nasıl geleceği önemli değildi. Önemli olan gelmesiydi. İşçilerin boğazından kesmiş, milleti kazıklamış, bozuk mal piyasaya sürmüş, hiç zararı yoktu. Yeter ki daha çok kazansın. “Millete hizmet yapıyoruz, hizmet, nankörler. İyilikten anlamıyorlar. Onca kişiye iş verdim, aş verdim” diye ikide bir nutuk atarişçilerden çırptığı paralardan, devletten hortumladığı milyon dolarlardan hiç bahsetmezdi.
Televizyonda başörtülü kızları gördüğünde yüzünü ekşitir, onlara söylemediğini bırakmazdı. “Bunlar yüzünden geri kaldık, nedir bunlardan çektiğimiz” der de derdi. Sanki Cumhuriyet kurulduğundan beri devlet başörtülülerin elindeydi de onlar ilerlemeye engeldi. Sanki başörtü,Allah’ın kesin emri değildi. Ama yeri geldiğinde de Müslümanlığına toz kondurmaz, dedesinin kaç kez haccettiğinden, ninesinin her yıl onlarca hatim indirdiğinden dem vururdu. Belki de ninesi ve dedesi onu ceplerine koyup Sırat Köprüsünden geçirecekti de o yüzden onlardan o kadar bahsediyordu.
Akrabalarıyla bütün ilişkilerini kesmişti. “Hepsi hortumcudur” diyordu. Kardeşiyle arası açılmıştı. Güya kardeşi ona haksızlık yapmış, mirastan daha fazla pay almıştı. Kardeşine sorsan hakkından fazla almadığına yemin billâh ederdi. Karun kadar zengin olmasına bakmıyor, kardeşiyle beş kuruşun hesabını yapıyordu.
Yakın arkadaşı iflas etti diye onunla ilişkilerini kesmekten biran için geri durmamış, randevu isteğine hep olumsuz cevap vermişti. “Ne faydası dokunur ki bana” diyordu. “Anneme bakamam”diyerek onu huzur evine yerleştirmişti. “Aslında son kullanma tarihi geçmiş ama biz başkaları gibi sokağa atmıyoruz” diyordu. “Ayrıca huzurevinin masraflarını da ben ödüyorum” diye kendini avutuyor, Cennet annelerin ayakları altındadır, sayfasını hiç okumuyordu.
Küçük oğluna bazen sorular soruyor, çocuk soruların hemen hemen tümünü doğru cevaplandırıyordu.
― İki bin altı dünya kupasını kim aldı?
― İtalya, baba.
― Peki, hangi şarkıcıya Minik Serçe diyorlar.
― Sezen Aksu.
Futbolculardan tut şarkıcılara; müzik dünyasından sinema yıldızlarına kadar çocuk birçok ünlü ismi tanırdı. Ancak peygamberimizin annesi, babası, dinimiz, kelime-i şahadet konusunda pek bir bilgisi yoktu. Hoş ya, babası bundan pek rahatsız olmazdı. Sanki futbolcular ve şarkıcılar, ahirette onların kurtuluş reçetesi olacaktı da kabirde ilk sorulacak soru bunlar olacaktı.
Şirketi birçok ülkeyle ticari ilişkiler içindeydi. Çin, Brezilya, Rusya… O, alışverişinin sekteye uğramaması için bu ülkelerin dilini bilen adamlar çalıştırıyordu. Çıkarı için tercümanlar tutmuştu da yedi kat gökten gelip dünya ve ahiret saadeti sunan Kur’an-ı Kerim’i bir gün eline alıp okumamış, merak etmemiş veya bir bilene sormamıştı. Kur’an-ı Kerim’i en üst rafa, güzel bir kılıfın içine koymuştu ya. “Bu bana yeter” diyordu.
Kazandığı paraların ve evlatlarının ahirette kendisine hiçbir faydası olmayacağını Kur’an söylüyordu da o, bu sayfayı ya okumuyor veya bilmiyor, bilmek istemiyordu.
O, daima kendini çağdaş olarak tanımlıyordu. Çağdaşlığının ölçüsü de Kur’an’dan bazı ayetleri kabul etmemekdi. Hırsızlık yapanın eli kesilirmiş. “Öyle çağ dışılık mı olur? Hangi devirde yaşıyoruz”diyordu da geçen sene evine girip takılarını çalan hırsızı bıçakla kovalamış, “Yakalasaydım onu lime lime doğrar, gırtlağını keserdim” diye söylemekte de bir beis görmemişti. Kur’an sadece el keserken o, gırtlak kesecek lime lime doğrayacaktı.
Müslüman’ım diyen’in, kalbinde bir sıkıntı vardı bugün. Sanki bir aksilik çıkacaktı. Ayağını gaz pedalından biraz çekti. Aniden bastıran yağmurun içinden son derece dikkatli gitmeye başladı. Önünde bir minibüs vardı. Onu solladı. Bu sefer önüne bir kamyon çıkmıştı. Onu da tam sollayacaktı ki geriden gelen bir fren sesi, bir tekerlek sürtünmesi duydu. Daha ne olduğunu anlamadan da bariyerlere çarptı. Kendisine arkadan çarpan minibüs durmamış, kaçmıştı.
Arabadan indi. Gergindi. Epey hasarı olmuştu. Cep telefonunu çıkardı. Eşinin numarasını tuşladı. Telefon sinyalleri gökyüzünden uyduya doğru giderken yeryüzüne de bir şey iniyordu.
Yıldırım adamı daha alo demeden yakaladı. Sağ omzundan girdi. Vücutta işini bitirdikten sonra ayak başparmağından çıktı. Müslüman’ım diyen, yere yüz üstü devrildi.
‘Hayır, hayır! Ölmemeliydi. Daha kızını evlendirecekti. Torun sahibi olacaktı. Şirketinin Afrika ayağını kuracaktı. Emekli olduğunda belki Hacca gidecekti. Daha yapması gereken bir sürü iş vardı. Oğlunu yetiştirecekti. Bugün en mutlu günüydü. Olamazdı.’ Ama işte Azrail bütün heybetiyle karşısında duruyordu.
Tabut, imam, kefen, mezar derken Müslüman’ım diyen, gömülmüştü. Herkes hayretler içindeydi. Yıldırım sanki fırsat kollamış, adam arabadan indikten sonra ona çarpmıştı. Ama bu dünyada hayret verici çok şeyler olmuyor muydu? Tıpkı önceki yıllarda, kasabanın birinde gecenin bir vaktinde adamın birinin elini pencereden çıkararak: Acaba yağmur yağıyor mu, yoksa bu gidişle ekinlerim kuruyacak diye yağmuru kontrol ederken yıldırımın eline çarpıp onu öldürmesi gibi…
Büyük oğlan babasını doğduğu kasabada gömdükten hemen sonra, bir telefon aldı. Evden arıyorlardı. Acil bir işi çıkmıştı. Mezarlıktan çıkıp aceleyle arabasına doğru yürümeye başladı. Mezarlığın tam karşısında dükkân açan bir esnaf, onun bu acelesini garipsedi.
― Hey, genç! Böyle aceleyle nereye gidiyorsun?
― İşim var.
Esnaf eliyle mezarlığı işaret etti:
― Bu mezardaki bütün insanların işi vardı. Ama hiçbiri işini bitiremedi.
Genç ne adamı ne de mezarlığı umursadı. O da babası gibi ölümü görse kendisine vermezdi. Hep başkaları ölürdü. Kendisi sanki kolayca çürüyebilen et ve kemikten değil de çelikten yaratılmıştı.
O gülen, konuşan kanlı canlı adam mezara konduktan sonra artık kendisinden ne bir ses işitilebiliyor, ne de bir fısıltı duyulabiliyordu. Mirası paylaşılmış, evdeki yeri ise odanın başköşesine asılmış bir fotoğraftan ibaret olmuştu.