—Veysel, hadi kalk oğlum. Kahvaltı hazır.
Sultan Hanım oğlu üzerinde titriyor, adeta kucak dolusu sevgi ve tebessüm akıtıyordu. Ama bugünlerde huzursuzdu. Oğlu birkaç gün sonra, kendilerinden neredeyse bin kilometre uzakta olan bir yere/askerliğe gidecekti. Sultan Hanımın trafik kazalarından ödü patlıyordu:
― Ne yapsam acaba… Her gün onlarca ölü, bir o kadar da yaralı oluyor bu yollarda. Ya oğluma da bir şey olsa… Bin kilometrelik bir yol bu. Hiç biter mi ki? Oğlumla mı gitsem? Hayır, sağlığım müsaade etmez. O kadar yolu gidemem. Nasıl bir çare bulmalıyım.
Sultan Hanım birçok geceler bunu düşünmüş, en sonunda da uçakta karar kılmıştı. Çünkü uçak bir günlük yolu bir saate indiriyordu. Bir gün boyunca diken üzerinde kalacağıma bir saat çekerim, daha iyi diyordu. Sultan Hanımın oğluna aşırı düşkünlüğü kardeşi Mehmet tarafından eleştiri konusu olmuştu. Mehmet, ablasının Veysel’e çok düşkün olduğunu, her şeyinin mükemmel olması için çok çalıştığını söylüyor ve bazen de ona nasihat ediyordu:
―Abla senin oğlun hiç ölmeyecek, daima genç kalacak, hep mutlu yaşayacak değil. Biraz da ölümden sonrası nasıl olacak diye onun için endişelen.
Sultan Hanım ise hep aynı cevapları veriyordu: Daha gençtir. İlerde Allah büyüktür.
Veysel, Sultan’ın en küçük çocuğu ve de tek oğluydu. Ondan ki Sultan, biricik ciğerparesi üzerinde adeta titriyor, ayağına bir diken bile batmasını istemiyordu.
—Veysel hadi oğlum, kalk artık.
—Tamam anne.
Kahvaltıdan sonra Sultan, Emin ve diğer aile fertleri Veysel’i uğurlamak için beraberce havaalanına gittiler. Veysel uçağa binerken Sultan Hanım, oğlunu defalarca öptü, bildiği bütün duaları okudu. Uçak kalkmayana kadar da oradan ayrılmadı.
Veysel yolculukları hiç sevmezdi. Onun için uçağa biner binmez gözlerini kapatıp uyumaya çalıştı. Bu şekilde hem midesi bulanmıyor hem de zaman çabuk geçiyordu. O, üniversitede okuduğu yıllarda da böyle yapardı. Üç saatlik yolun en az iki saatini uyuyarak geçirirdi. Arkadaşları böyle nasıl uyuyabildiğine hayrete ediyorlardı.
Vakit akşama yaklaşmıştı. Emin Efendi bütün gün çalıştığı için yorulmuştu. Traktörü taş yığınlarına yaklaştırdıktan sonra bir ağacın altına gitti. Ceketini başına yastık yapıp sırtüstü uzandı. Ne de olsa işçiler traktörü doldurana kadar dinlenebilecekti. On dakika da on dakikaydı.
Davetsiz Misafir, kayanın altından paytak adımlarla dışarı çıktı. Ancak kendisinden farklı bir yaratık görünce durdu. Biraz sonra yaratığın ağacın altına uzandığını görünce tekrar yürüdü. Davetsiz Misafir, yaratığı merak etmişti. Yoksa annesinin kendisine bahsettiği ve aynı zamanda onlardan uzak kalmasını söylediği insanoğlu bu muydu? Bunu anlamak istedi Acaba bu insanoğlu denilen yaratık nasıl bir şeydi? Yavaş ve sessiz adımlarla insanoğlunun yanına yaklaştı. Ancak bu onun merakını gidermemişti. İnsanoğlunu daha yakından görmek istiyordu. Bu sefer onun üstüne çıktı. Kollarından başına doğru tırmanmaya başladı.
Sivrisinekler ve böcekler Emin Efendiyi rahat bırakmıyordu. Emin Efendi baktı ki olmayacak, ayağa kalktı. Bir-iki kez ceketini silkeledikten sonra giydi ve traktöre bindi. Zaten iş de bitmek üzereydi.
Davetsiz Misafir yaratığın omuzlarına gelmişti ki insanoğlu kalktı. İnsanoğlunun kalkmasıyla Davetsiz Misafir yere düştü. Telaşa kapıldı “Saklanmalıydı” En yakın yer ise ceketti. Çaktırmadan ceketin cebine girdi. Biraz sonra şiddetli bir şekilde sarsıldı. “Neler oluyordu? Bu insanoğlu ne yapmaya çalışıyordu. Yoksa onu öldürmeye mi..?” Bulunduğu yere sıkı sıkıya yapıştı. En iyisi şimdilik dışarıya çıkmamaktı. Yoksa canından olabilirdi.
Emin Efendi akşama işini bitirmişti. Traktörü park ettikten sonra içeri girdi. Ceketini askıya asıp çekyata uzandı. Sultan Hanım eşinin geldiğini görünce hemen yemeği hazırlamaya başladı.
Sultan Hanım bu akşam oldukça mutluydu. Sekiz aylık bekleyiş bitecekti nihayet. Hayır, sekiz ay değil, belki sekiz yıl sürmüştü bu hasret. Ama işte bitiyordu. Sultan Hanım korkudan oğlunun izne gelmesine bile müsaade etmemişti. Ya izne gelişte bir kaza olsaydı. Zaten televizyonda her gün görüyordu. “Sayın seyirciler, trafik yine can aldı: On iki ölü.” Bu tür haberler yüreğini ağzına getiriyordu. Bunları görünce iyi ki oğlumu uçakla gönderdim de izne gelmesine müsaade etmedim, diyordu.
Sultan Hanımın kazalardan bu kadar ürkmesinin nedeni küçükken babasıyla beraber kaza geçirmesindendi. O gün, belleğinde derin bir iz bırakmıştı.
Henüz on yaşındaydı. Tifo hastalığına yakalanmıştı. Babası onu şehirdeki hastaneye götürmüştü. Dönüşte bindikleri minibüs kamyonla çarpışmış, olayda yolcuların yarısı ölmüştü. Ölenlerin arasında babası da vardı. Baştanbaşa kana boyanan yolcular; başı parçalanan; kolu, ayağı kırılan yaralılar, feryat u figanlar; bağırmalar, çağırmalar gözünün önünden bir türlü gidemiyordu. Bu yüzden o, evlatlarının her yolculuklarında bildiği bütün duaları okurdu.
Terhisten önceki akşam Mehmet, ablasını ziyarete gitmişti. Ablası için yarın büyük bir gündü. Mehmet, ablasının bu sevincine ortak olmak istiyordu. Ancak çoğu zaman yaptıkları gibi o gece de tartışmışlardı. Mehmet yine ablasına nasihat ediyordu.
—Bak kardeşim! Sen sadece bu dünya için çocuklarına aşırı derecede düşkünsün. Bir de yaşamın öbür tarafını düşün. Çocuklarım paşa olsun, bey olsun, ölümden bir nevi kurtulmak için uçakla seyahat etsinler diyor; rahatını ve huzurunu onlara feda ediyorsun. Oysaki ölüme herkes aynı mesafededir. Geleceği kesin olan bir şey muhakkak ki olacak. Sen biraz da rahat ve huzurunu bu dünya sonrası durumları ne olacak diye boz.
—Tamam da hele bir oğlum gelsin. Onu hayırlısıyla evlendireyim. O zaman hallederiz.
—Tamama tamam. Ama yaşam durmuyor, hızla geçiyor. Dünün Veysel’i yarın askerliğini bitirecek. Bu tamamlar nereye kadar… Hem mahşer çok şiddetlidir. Gözlerin yuvalarından fırlayacağı o günde bir rivayete göre elli bin sene boyunca insanlar sıranın kendilerine gelmesi için bekleyecekler. Ayrıca siz öldükten sonra üstünüze bir Yasin okuyacak kimse yok. Niye? Çünkü onlara göstermemişsiniz ki.
Konuşmalar, tartışmalar ve çay faslından sonra gecenin ilerleyen vaktinde herkes yatmaya gitmiş, etrafa derin bir sessizlik çökmüştü.
Davetsiz Misafir gürültünün bittiğini görünce bulunduğu yerden çıktı. Bir süre askıdaki elbiselerin üzerinde gezindi. Ancak her taraf karanlıktı. Mecburen sabahı bekleyecekti. İyice de bunalmış, strese girmişti. Evini, ailesini belki de bir daha göremeyecekti. İnsanoğluna olan merakı onu nerelere kadar getirmişti. Kendine kızdı. Burada ne işim var der gibi dişlerini gıcırdattı. Sonra, hele bir sabah olsun diyerek girdiği bir elbisenin içinde uyumaya başladı.
Davetsiz Misafir uyandığında yine şiddetle sarsıldığını hissetti. Bu sarsıntılar artık onu son derece sinirlendirmeye başlamıştı. Zaten annesinden, kardeşlerinden ayrılmıştı. Bir de bu sallantılar yok muydu? Kesin gene o insanoğluydu. Neyden korkuyordu ki. Son derece güçlü bir silahı vardı. Gerçi boyu da yaşı da küçüktü; ama… Davetsiz Misafir, yavaş yavaş bulunduğu yerden dışarı çıkmaya başladı. Artık canına tak etmişti. Ne olacaksa olsun, dedi. Sarsıntılara bağlı olarak bazen duruyor, bazen de yürüyordu. En nihayetinde bulunduğu yerden dışarı çıkmayı başardı. Ama o da neydi? Birisi onu öldürmeye çalışıyordu.
Sultan ile eşi hazırlıklarını yaptıktan sonra oğullarını karşılamaya gittiler. Yolda Sultan sırtında bir hareketlilik sezdi, ancak oğlunun heyecanından fazla takmadı. İkinci kez omzu kaşınınca böcek falandır herhalde, dedi. Üçüncü kez kaşınınca durumu kocasına anlattı; ancak o arada Veysel uçaktan inip anne-babasına el salladığı için sevinçten her şeyi unuttular.
Veysel anne-babasının yanına gelince valizini yere bıraktı. Babasının ellerinden öptü. Sonra da annesine sarıldı.
Veysel annesine sarıldığı sırada Davetsiz Misafir de Sultan’ın omzundan dışarı henüz yeni çıkmıştı ki birden bir yaratığın onu boynuyla ezmeye çalıştığını gördü. Davetsiz Misafir panikledi, korktu. Hemen silahına sarıldı. Kendisini korumalıydı.
Veysel boyun bölgesinde birden şiddetli bir yanma ve ağrı hissedince hemen eliyle oraya bir darbe vurdu. Darbenin şiddetiyle akrep yere savruldu. Sersemleşmişti. Kendine geldiğinde hızla koşmaya başladı. Ancak daha birkaç adım atmıştı ki üzerine yetmiş kiloluk bir ağırlık bindi. Merakının kurbanı olan akrep oracıkta can verdi.
Sultan Hanım akrebi görünce feryadı bastı. Ancak Veysel en hassas yerinden vurulmuştu. Şahdamarından… Doktor, ambulans, hemşire, feryat, kargaşa derken Veysel için artık kıyamet kopmuştu. Onun bu dünyadan götürebileceği tek bir şey vardı artık: İki-üç metrelik kefen.