Genç çift, anne-baba olmanın heyecanını, henüz çok taze yaşıyorlardı. Beraberce ve büyük bir hayranlıkla, küçük bebeklerini inceliyorlardı. Gözleri, burnu, ağzı, elleri, ayakları mükemmel görünüyordu. Her uzvu yerli yerindeydi ve her uzvun kendine has görevleri vardı. Bu küçücük yavrunun bile iç organları henüz minnacık olsalar da yerli yerince ve belli bir âhenkle, uyum içinde çalışıyorlardı.
Ve… İnsan denen bu küçük alemin, tıpkı büyük alem gibi, muazzam bir nizamı vardı; görmek ve anlamak isteyenler için..
Tüm bunları tefekkür eden genç çift;
El- Halık - الخالق olan: Yoktan var eden, her şeyin varlığını ve varlığı boyunca görüp göreceği bütün hal ve hadiseleri tayin ve tespit eden ve ona göre yaratan, sonsuz yaratma gücü bulunan, eşi benzeri olmayana şükrettiler.
El-Bariالبارئ- olan: Bir örnek ve madde olmaksızın kusursuz ve eksiksiz yaratana, evrenin bütün parçalarını âhenkli ve düzenli olarak meydana getirene, zât ve sıfatları bakımından yaratılmışlara asla benzemeyene, yarattığı her şeyi hiç bir modele bağlı kalmaksızın, tam bir uygunluk ve kusursuzluk halinde yaratana bir kez daha hayran oldular.
El- Bedîالبديع- olan: Varlıkları, eşi, benzeri ve örneği olmaksızın, sanatkârane bir şekilde numûnesiz, hayranlık uyandıracak şekilde mükemmel yaratana, zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde benzeri görülmeyene bir kez daha iman ettiler.
El-Fatır-الفاطر-olan: Kâinatı örneksiz, mükemmel yaratan; her şeye gayesine uygun kabiliyet ve teçhizat veren; varlıkları yoktan var eden- tohumu yaratan ondan da filiz çıkaranın önünde, bir kez daha haşyetle titrediler, boyun eğdiler.
El-Musavvir-المصور- olan: Yarattığı her şeye şekil ve ayrı bir biçim vererek tasvir edene, yarattığı varlıklara suret veren, suret verdiği hiçbir varlık birbirine benzemeyen, her yarattığını kendi istediği sıfatta yaratana, tüm alemi müstesna bir şekilde süsleyip güzel bir hale getirene, istediğini isteği biçimde oluşturup tasvir edene, yarattığı şeyler sayısınca hamdettiler.
Bu minik insan; kuşkusuz ki kudreti sonsuz, rahmeti sınırsız olan Allah Azze ve Celle’ nin, onlara bağışladığı büyük bir lütuftu. Madem öyleydi, o halde; bu güzel nimetin şükrünün ifası olsa olsa, şu küçük yavruyu O’nun rızası doğrultusunda büyütüp, yetiştirmekti. Şu an bu düşünce tüm hücrelerini adeta kuşatmıştı...
Fakat!
Bu düşüncelerin üzerinden daha bir iki saat geçmişti ki; minik insana takılacak isim telaşına girdiler. Aylardır düşündükleri tüm isimleri tekrar gözden geçirdiler. Garipti doğrusu; daha isim takma konusunda bile ne Allah ve ne de, Allah’ın rızası doğrultusunda bir isim takma gibi bir dertleri yok gibiydi.
Nihayetinde popüler ve fakat, pek de güzel bir anlama gelmeyen orijinal(!) bir isimde karar kıldılar..
Günler günleri, aylar ayları kovaladı.. Minik yavru artık söylenen sözcükleri tekrar edebiliyordu. Yavaş yavaş konuşmaya başlamıştı çünkü...
Anne dedirttiler, baba dedirttiler. Sonrasında hala, amca, nine, dede vs...
Tuttukları takımın adını, sevdikleri partinin adını bile söylettiler çocukcağıza... Ama onu yoktan var eden ve onlara emanet olarak veren Yüce Allah’ın (c.c) adını söyletmek, öğretmek gibi bir gayretleri olmadı. Doğrusu, hatırlamadılar bile..
Aradan bir kaç yıl geçti. Minik yavrunun kendi akranlarıyla bir araya gelebileceği, kabiliyetlerini geliştirebileceği sosyal hayat serüveni başladı.
Genç anne-baba, hummalı arayışlara girdiler. Bale okullarına, piyano kurslarına, binicilik kurslarına, modern(!) eğitim kurumlarına bakıp, tek tek araştırdılar.
Bir ara, kendi çocuklarının yaşlarıyla aynı yaşta çocuğu olan, yan komşularının; ”Çocuk eğitiminde en verimli dönem bu dönemlerdir. Çocukların bilinçaltı 6-7 yaşına kadar büyük oranda dolar. O nedenle bu dönemlerde çocuk; kendini yaratan, yaşatan, muazzam bir nizamla donatan Rabbini tanımalı, öğrenmeli. Yüce Rabbin kutlu mesajı olan Kur’an-ı Kerim’i öğrenmeli, sevmeli ve bilmeli...” dese de, bu sözler onlara oldukça bağnaz ve demode geldi.
Ara sıra, böyle bir eğitim alan, yan komşunun çocuğuna; acımayı ve istihzalı bakışlar atmayı da, ihmal etmediler.
Öyle ya hangi çağda yaşıyorduk? Bu küçücük yaşta çocuk, Fatiha’yı, İhlâs'ı bilip ne yapacaktı!!!
Derken aradan yıllar geçti.. Bu süre zarfında küçük yavruları büyümüş ilkokul çağına gelmişti. Fakat geçen yıllar boyunca ne onu yedirirken ne giydirirken ne arkadaşlarını ne de okulunu seçerken Allah (c.c) akıllarına gelmemişti...
Zaman bu döngüyle dönerken, günün birinde nazenin yavruları hastalandı. Doktor doktor gezdirdiler. En son, hastaneye yatması gerekti güzel yavrunun. Hastalığı ciddiydi...
Anne-baba olarak çok zor günler geçiriyorlardı. Yine böyle bir günün gecesinde, hastane koridorlarında geziniyorlardı. Evlatlarının yattığı odanın önünde durdular. Büyük bir camın diğer tarafındaydı yavruları.
Usulca incelediler onu...
Ağzına, gözlerine, burnuna, ellerine ve ayaklarına hayranlıkla baktılar. Sanki onu ilk kucaklarına aldıkları güne gitmişlerdi. Birbirlerine anlamlı anlamlı baktılar. Sözlerle değil, gözlerle konuşuyorlardı. Nasıl olmuştu da, yavrularıyla tanıştıkları o ilk günkü teslimiyet ve tevekküllerini yitirmişlerdi. Yavrularının Allah’tan geldiğini, Allah’a ait olduğunu ve kendilerine emanet olduğunu nasıl da unutmuşlardı!..
İşte şimdi bugün, tüm bu hakikatleri hatırlama günüydü. Bugün, nizamına hayran olup kabul ettikleri Yüce Allah’ın, bir mizanın da olduğunu bilip, verilen her nimetin hesabının ince ince sorulacağı bilinciyle, haşyetle, silkelenme ve uyanma günüydü...
Yani bugün Allah’a rağmen Allah’ın arzında, O’nun gök kubbesinin altında, O’nun nimetleriyle yaşayıp-O’nu unutmaktan dolayı tövbe edecekleri gündü..
Rahmet tokadı misali onları silkeleyen bu beyin fırtınası sırasında, pişmanlık gözyaşları da usulca akıyordu. Az ötede ciğerpareleri ve hiçbir şey yapamıyorlardı.
Zira sadece ve sadece, onu yoktan var eden Allah’ın kudretiyle şifa bulabilirdi...
Bu esnada asla gözlerini açmaz dedikleri yavru gözlerini usulca açtı. Tıpkı ilk doğduğunda dünyaya şaşkınlıkla baktığı gibi etrafına baktı.
Bu bir mucizeydi.. Bu bir doğuştu.. Biçare anne ve baba için tarifsiz bir durumdu...
Bu, yavrularının ikinci kez dünyaya gelişi ve doğuşuydu.
Kendileri içinse, artık hidayet güneşi doğmuştu...
Kudreti sonsuz Rahman’ın nizamı önünde hayranlıkla, sevgiyle şükrettiler..
Hesabı şiddetli olan hesap gününün hakimi olanın mizanının korkusuyla, saygıyla titrediler...
Nizamı görüp, mizanı bildiler...
اَللّٰهُ الَّذ۪ي رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَۜ كُلٌّ يَجْر۪ي لِاَجَلٍ مُسَمًّىۜ يُدَبِّرُ الْاَمْرَ يُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ لَعَلَّكُمْ بِلِقَٓاءِ رَبِّكُمْ تُوقِنُونَ
Allah O’dur ki gökleri sizin görebileceğiniz bir direk olmaksızın yükseltti, sonra da arş üzerine kuruldu ve güneşle ayı emrine boyun eğdirdi. Bunların her biri belirli bir vakte kadar yörüngesinde dönüp duracaktır. O, tam bir nizama koyduğu kâinatta her işi çekip çeviriyor, her şeyi idâre ediyor ve gerçeğin bütün işaret ve delillerini detaylarıyla açıklıyor ki, bir gün gelip Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız. (Ra'd,2)
وَنَضَعُ الْمَوَاز۪ينَ الْقِسْطَ لِيَوْمِ الْقِيٰمَةِ فَلَا تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْـًٔاۜ وَاِنْ كَانَ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ اَتَيْنَا بِهَاۜ وَكَفٰى بِنَا حَاسِب۪ينَ
Kıyâmet günü biz adâlet terâzilerini kuracağız da hiç kimseye en küçük bir haksızlık yapılmayacak. Yapılan iş hardal tanesi kadar bile olsa, biz onu getirip mizana( âhirette hesaptan sonra herkesin amellerinin tartıldığı İlâhî adalet ölçüsü/ terazisi) koyacağız. Hesap görücü olarak biz yeteriz! (Enbiyâ,47)
وَاعْلَمُٓوا اَنَّمَٓا اَمْوَالُكُمْ وَاَوْلَادُكُمْ فِتْنَةٌۙ وَاَنَّ اللّٰهَ عِنْدَهُٓ اَجْرٌ عَظ۪يمٌ۟
İyi bilin ki, mallarınız ve evlatlarınız sizin için ancak birer imtihan sebebidir. Büyük mükâfatın ise yalnız Allah’ın yanında olduğunu unutmayın. (Enfâl,28)
Bildane Kurtaran
Bildane Kurtaran