Tarih boyunca İslam Ümmeti’nin büyük sıkıntılar yaşadığı dönemler çok olmuştur. Bu sıkıntılı dönem bazen lokal bazen de İslam Ümmetinin tamamını etkileyen bir keyfiyet arz etmiştir. Bu sancılı süreç bazen nispeten kısa sürmüş bazen de uzun yıllar sürmüştür. Ama bu sancılı süreç, sonuçta beraberinde kutlu bir doğumu getirmiştir. Aziz ve Celil olan Allah, günleri insanlar arasında döndürür. Yükseliş ve mutluluklar ebedi olmadığı gibi mağlubiyet ve çöküşler de ilelebet değildir. Hatta bu çöküş ve mağlubiyetlerden ders çıkarıldığı zaman, daha sağlıklı bir gelecek ve toplumsal yapı inşa edilebilir. İnsanoğlu, ibni zamandır. Zaman perdesi, insanoğlunun hakikati bütün çıplaklığı ile görmesini engeller. Oysa bulunduğumuz zamandan geriye baktığımızda hakikatleri bütün çıplaklığı ile görebiliriz. Belki de buna en güzel örnek, Ashab-ı Kehf olayıdır. Aradan zaman perdesi kalkınca, yani gözlerini açtıkları zaman, üç yüz dokuz yıl sonrasını yaşayınca, Allah’ın vaadinin hak olduğunu, yakinen kendi gözleri ile gördüler:
“Karanlıkta dile getirmeye korktuğunuz hakikat, bir gün aydınlıkta işitilecek ve gizli mekânlarda öğrendiğiniz inancı, bir gün çatılardan haykıracaksınız” hakikati tecelli ediyor.
Ashab-ı Kehf’in yaşamış olduğu bu hakikat, sadece tarihi bir vaka değil, kıyamete kadar geçerli olan İlahi yasanın o çağdaki tecellisi idi.
Bu yeryüzü ve bu gök kubbe, ne zalimler gördü! Yıkılmaz zannedilen nice saltanatlar, krallıklar ve imparatorluklar yerle yeksan oldular. Nice zalimler toza toprağa karıştılar. Artık esameleri bile okunmuyor. Asırlara damgasını vuran Roma ve Pers imparatorluklarının yıkılacağını o zamanın insanlarından kim düşünebilirdi ki? Bütün insanlığın fitnesi olan Moğolların cihan hakimiyeti nerede? Önemli olan husus, Aziz ve Celil olan Allah’ın belirlemiş olduğu tarihi yazgı ve mukadderatın doğru tarafında bulunmaktır. Nemrutlar, Firavunlar nerede? Mazlumların kanlarından ırmaklar, bedenlerinden ve kafataslarından dağlar yapan bedbahtlar nerede?
Kendi zamanlarında dünyanın en kudretli imparatorlukları olan Pers ve Roma’nın, Mekke’den çıkan bir Yetim’in etrafında toplanan ve Arabistan Yarımadası’ndan çıkan mazlum bir topluluk tarafından yıkılacağını kim bilebilirdi ki? Ki o zamanlar kimse Arapları kaale bile almıyordu. Hz. Muhammed Salallahu Aleyhi ve Sellem’den evvel bir devletleri bile yoktu. Sadece küçük bir kabile veya şehir devletleri vardı. Yani imparatorluklara nispetten, filin yanındaki karınca bile sayılmazlardı.
Tarih tekerrür etmektedir. Yine zalimler işbaşına geçip bütün insanlık için gezegenimizi yaşanmaz hale getirmiştir. Özellikle 1. Dünya Savaşı’ndan bu yana, genel anlamda adeta Müslümanların hatta mazlum halkların kışı başlamıştır. Küresel emperyalistler ve şer güçler, tüm dünya mazlum halklarını ezmeye ve sömürmeye çalışmıştır. Bu sömürü halkaları, nispeten kırılsa bile hâlâ da Müslümanlar özgürlüklerini tam elde edemediler. Özellikle bazı coğrafyalarda Müslümanlar bütünü ile zulüm altındadır, büyük katliamlar yaşamaktadır. Özellikle Filistin’de büyük kıyım ve yıkımlar yaşanmaktadır. Kudüs ve ilk kıblemiz olan Mescidi Aksa esaret altındadır. Siyonistler ve onların arkasındaki küresel zalimler, tarihteki selefleri gibi kıyamete kadar iktidarlarının süreceği zannıyla mazlumlara zulmetmektedir. Adeta bu topraklarda bir kış yaşanmaktadır. Bu topraklar, donan ruhların ve fikirlerin bir cemre ile çözülmesini beklemektedir. Siyonistlerin neredeyse bir asra yakın zulümlerini görenler, artık bir daha özgürlük ve adalet günlerinin gelmeyeceği zannına kapılmaktadır. Oysa Allah’ın hak vaadine inananlar, her kıştan sonra bir baharın olduğuna yakinen iman etmişlerdir. Sadece bu baharın erken gelmesi için kanları ve canları ile bu baharın parçası olan onurlu bir çiçek olma gayretindedirler. İslam’ın baharı gelinceye kadar nice karlar, fırtınalar, tipiler ve boranlar gelip geçer. Önemli olan, zafere olan inancı ve mücadele azmini yitirmemektir.
Büyük zaferler ve baharlar, büyük bedeller istemektedir. Şartların çetinliği ve zalimlerin zulmü ve gücü, gözlerimizi kamaştırmamalıdır. Bugün Filistin ve Gazze’deki durum başta olmak üzere, mazlum coğrafyalarda yaşananlar, değişmez bir kader değildir. Elbette zalimin zulmünün son bulması mukadderdir. Zalimin helakı; bazen muvahhidlerin eliyle bazen de başka bir zalimin kendisine musallat olması ile olur.
Her kışın bir baharının olması ve her zulumatın arkasında bir nurun olması, her gecenin bir fecir şafağının olması hakikati gibi; akıtılan şehit kanları ve gözyaşlarının, kutlu menzile katık yapılan kutlu çilenin sonunda da mukadder olan bir zafer vardır. Elbette Ömerler, Aliler ve Selahaddinler gelecektir. Elbette devran döner ve Tevhid ordusu, zalimlerden zulümlerinin hesabını soracaktır. Hayberler elbette gelecek ve Hz. Muhammedin ordusu, Siyonistlerin ayakları altındaki toprağı cehennemi bir ateş ile tutuşturacaktır.
Bu umut ve inanç, başta Filistin olmak üzere tüm coğrafyalardaki mazlum Müslümanları zafere ulaştıracaktır. En çetin ve imkânsız görünen anlarda bile mücadele bırakılmamalı ve ye’se düşülmemelidir.
Unutulmamalıdır ki, karanlığın en kesif ve koyu tonunun hemen arkasında şafak gizlidir. Mekânın ve zamanın, izzet ve zilletin sahibi ve takdir edicisi Aziz ve Celil olan Allah’tır. İstikameti dilediği tarafa yönlendirir. Filistin hem insanlık hem de Müslümanlar tarafından yalnız bırakılmıştır. Ama çaresizlerin rabbi Allah’tır. Nasıl ki insanlık tarihinin en büyük katliamlarından birisi Moğollar tarafından yapıldığı halde yine sonları mazlum Müslümanların eli ile olduysa, küresel şer güçlerin tüm desteğini arkasına alan siyonistlerin sonu, mazlum Filistin halkının eli ile olacaktır İNŞALLAH.
Bu meyanda olmak üzere şu ilahi hakikati tekrar hatırlayalım:
“ Gevşemeyin, üzülmeyin. Eğer iman etmiş iseniz üstün olan sizlersiniz” ( Al-i İmran Suresi /139 ayet)
Zalimler ne yaparsa boş, gökten gelen ve bütün kararların üzerinde olan bir karar vardır:
“Biz ise istiyorduk ki, yeryüzünde ezilmekte olanlara lütufta bulunalım, onları önderler yapalım ve onları varisler kılalım.” ( Kassas Suresi /5. Ayet )