“Allah'a güven, vekil olarak Allah yeter.” (33:3 )
“O, doğunun ve batının Rabbidir. Ondan başka tanrı yoktur. O halde yalnız O'nu vekil tut.” (73:9)
“Allâhım! Sana teslim oldum, Sana inandım, Sana tevekkül ettim. Yüzümü, gönlümü Sana çevirdim, Sen’in yardımınla düşmanlara karşı mücâdele ettim. Allahım! Beni saptırmandan yine Sana, Sen’in büyüklüğüne sığınırım. Sen’den başka ilâh yoktur. Ölmeyecek diri yalnız Sen’sin. Cinler ve insanlar ise hep ölümlüdür!” (Müslim, Zikir, 67)
Çağımızda, insanların büyük bir kısmı, ruhen hasta durumdadır. En fazla kullanılan ilaçlardan birisinin de depresyon ve benzeri psikolojik hastalıklarla alakalı olanların olduğu ifade edilmektedir.
Çağımızın insanı, çok yönlü, karmaşık bir ruh ve zihin dünyasına ve maddeye odaklı bir algıya sahiptir.
İnsanlar, hayatın yükünü tek başlarına kaldıramayacak kadar acizdir. Bu acziyetimize rağmen zayıf belimize dünyayı yüklemeye kalkışıyoruz. Bizi ilgilendiren veya ilgilendirmeyen her şeye karışıp zaten ağır olan yükümüzü algılarımızla daha da ağırlaştırıyoruz. Bu ağır yükün altında belimiz kırılıyor ve ezildikçe eziliyoruz.
Hepimiz kendimizi şöyle bir yoklayalım:
Kendimize dert edindiğimiz konuların kaçının bizim dünyamız ve ahiretimiz noktasında ehemmiyeti vardır? Bu sorunları dert edinip aslında habbe olan konuları kubbe yapınca yükümüzü daha da ağırlaştırmıyor muyuz? Bizi ilgilendirmeyen sorunları dert edinip zihin ve beden enerjisi israfı yaparken hangi sorunları çözebildik? Veya hangi konuda kaç tane sağlıklı karar alabildik?
Hayatta karşılaştığımız kaç tane sorunu sadece kendi alanı ile sınırlayıp normal hayatımıza adapte olabiliyoruz? Tek bir soruna esir olup hayattaki rollerimizi kaç sefer karıştırdık? İlgisiz sorunları niye başka zeminlere taşımak zorunda kalıyoruz? Olanca genişliğine rağmen niye her seferinde dünyayı kendimize zindan ediyoruz?
Bir sorunun teorik ve pratik boyutları ile alakalı gerekli adımları attıktan sonra, tüm dünyayı o sorundan ibaret bilip hayatı adeta o sorunun içine hapsetmenin kime, ne faydası var? Zihnen ve ruhen oraya bağlı kalsanız da kalmasanız da sonuç değişir mi? Ya da hiç duydunuz mu, bir sorunu gece gündüz düşünüp de o sorunun neticesini değiştiren birilerinin olduğunu? Ya da kaybedilen ve geçip giden her hangi bir zararın geri geldiğini?
Bu ve benzeri soruları çoğaltabiliriz.
Sınırları dışında bir düşünme eylemi; hasrettir, nedamettir, çöküştür, tükeniştir ve kayıptır. Hatta kayıp üzerine kayıptır. Ve nihai neticesi ruhsal ve zihinsel hastalıklardır.
Kainatta var olan denge ve vasat olma hali, algılarımız ve algılarımızın olay ve olgulara odaklanma süresi ve derecesi için de geçerlidir. Bu konuda da vasat, karar; az veya çok, zarardır. İfrat ve tefrite meyletmeden vasat bir istikamet tutturabilmeliyiz. Konuyu biraz daha açalım. İnsanı diğer varlıklardan ayıran ve diğer mahluklara efendi yapan en önemli güç, fikir ve akıl etme gücüdür. Bu nimeti, Rahmani dairede ve sünetullaha uygun kullanacak olursak, dünya ve ahiretimizi abad ederiz; yok eğer bu hassas nimeti Rabbani daire dışında kullanacak olursak o zaman ise dünya ve ahiretimizi berbat ederiz. Hayatta her şeyin bir değeri vardır. Fikrimiz ve ruhumuz, bu unsurlarla değeri kadar meşgul olmalı. Gelmemiş bir istikbal için evhamlanmamalı, geçmiş bir mazi için eyvahlanmamalıyız.
İşte bu noktada fikrimiz ve ruhumuza tevekkül guslünü aldırmalıyız.
Vazifemizin sınırlarını bilmeliyiz. Biz kul olarak vazifemizi yaptıktan sonra, gerisini Rabbimize havale etmeliyiz. Gidenin peşine düşüp kendimizi heder etmemeliyiz. Gelmemiş olanı düşünüp kendimizi korkuların kölesi haline getirmemeliyiz. Çok değerli bir nimet olan akıl, Rabbani dairede tevekkül ile terbiye edilmez ise bizlere her an azap çektiren bir vasıtaya dönüşür. İşte insanları efendi yapan da rezil eden de aynı şeydir.
O halde aczimizi ve fakrımızı bilip, hükmü her şeye şamil olan bir Zat’a dayanmamız lazımdır.
Aslında insanoğlu kendisini tanıdığı ve kâinat ilişkisinin ne olduğunu anladığı zaman, soruna teşhis koymuş olur. Kur’an ve Nebevi eczaneye müracaat ettiği zaman da kendisini tedavi edecek ilaçları bulmanın yanı sıra, ruh sağlığını koruyacak tedbirleri öğrenmiş olur.
Bu dünyada imtihan olan bir faninin akıl ve ruh sağlığı ancak Kur’anî ve Nebevi reçete ile sağlanır. Mutmain bir kalp ile bu şifahaneye müracaat edildiği zaman, ruh dünyamızda hakikat muvazenesine uygun bir denge durumu meydana gelecektir. Depresyon ilaçları yerine, daha akıl ve ruh sağlığımızı kaydetmeden İlahi dergâha sığınalım.
Bu noktada kilit kavram olan tevekkül devreye girer. Tevekkül kavramı tam da insanın kainat içerisindeki pozisyonu itibariyle haddini ve hududunu tanıma ile yakından alakalıdır. Bize ait olan ile ilgilenip gerisini Kâinatın Yüce Sahibi’ne havale etmek… Zerreden küreye kadar, ezelden ebede kadar, maddeden manaya kadar her şeye hâkim olan kudret sahibi bir Zat’a havale etmek…
Aciz olan bir kulun, sonsuz kudret sahibi olan Rabbine dayanması, hayat içerisindeki yükünü azaltır. Mazimizi, müstakbelimizi ve anımızı; Rabbimiz’in himayesine verirsek hayat yükünün ne kadar hafiflediğini müşahede edeceğiz. Zihnimizi ve bedenimizi bir iş ile sadece gereği kadar meşgul edelim. Sünnetullahın gereği budur. Bir işi çözme noktasına kafi miktar budur. Her işte vasat esas olduğu gibi bu işin de vasatı budur. Ötesi, israftır, sünnetullahtan sapmadır.
Şu fani dünyada insanı yönlendiren ve insana bir rota çizen en önemli iki unsur vardır:
Can korkusu ve rızık endişesi.
Belki de tevekkülün en fazla lazım olduğu iki alan da tam da burasıdır.
İnsanlar, en fazla akıl ve ruh sağlıklarını işte burada kaybetmektedir.
İşte işin tam da bu ehemmiyetli noktasına Rahman’ın hikmet sofrasına ve Nebevi eczaneye müracaat ettiğimizde bakalım karşımıza ne çıkmaktadır.
"Ben muhakkak ki, hem benim Rabbim, hem de sizin Rabbiniz olan Allah'a dayanmaktayım. Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, idaresi ve yönetimi O'nun elinde olmasın. Benim Rabbim, hiç şüphe yok ki, doğru yoldadır." (11:56)
“Resülullah aleyhissalâtu vesselâm, şöyle buyurmuştur:
“Başlarınız kımıldadığı müddetçe rızık hususunda ye’se düşmeyin. Zira insanı annesi kıpkızıl, üzerinde hiçbir şey olmadığı halde doğurur, sonra aziz ve celil olan Allah onu her çeşit rızıkla rızıklandırır”
“Doğrusu benim (ihlaslı) kullarım üzerinde senin hiçbir hakimiyetin yoktur. Vekil olarak Rabbin yeter.” (17:26)
“Sen, ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan. O'nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından haberdar olarak O yeter.” (25:58)
“Allah'a güven, vekil olarak Allah yeter.” (33:3)
Her dağın kendisine göre bir dumanı vardır ya da her dağın kendisine göre bir karı vardır. İnsanoğlu madde ve mananın kesişim noktasında olan sosyal ve çok boyutlu bir varlıktır. Madde ve mana ile çok boyutlu ilişkisi vardır. Her âlemin ve o âlem içerisindeki olgu ve olayların insan üzerinde mutlaka bir tesiri kalır, hayır ya da şer yönünde. Dış dünyaya veya batıni âleme ait olan bilgi kaynaklarımız vasıtası ile sürekli benliğimize bilgi akar ve bu bilgi akışı kişiliğimizi şekillendirir. Bu bilgi kaynaklarının niteliği ve içeriği şahsiyetimizi ve kişiliğimizi oluşturur. Her eser, ruh ve zihin dünyamızda mutlaka bir tesir bırakır. Bilgi ve karşılaştığımız olayın keyfiyet ve şiddetine göre ruhumuzda ya bir ızdırap veya saadet tohumları oluşur. Bu tohumlar içeriği, dünyamızı şekillendirir ve insanlık ailesi içerisindeki kişiliğimiz de buna göre ete kemiğe bürünür.
Yapımız gereği neredeyse evrendeki her şeyden etkileniriz. Zerreden küreye kadar varlıklar arasında çok karmaşık; ama son derece muazzam olan bir ilişkiler ağı vardır. Yaradılış itibariyle gayet zayıf ve aciziz. İhtiyaçlarımız sonsuz ve bizi tehdit eden potansiyel unsurlar çoktur. Zihin dünyamızın durumuna göre bu unsurların üzerimizdeki tesiri artabilir ya da azalabilir. Bu gerçeklik karşısında hayatta sağlıklı bir rol oynayabilmek ve hayatımızı sağlıklı bir istikamette devam ettirebilmek için, kâinat içerisindeki rolümüzü ve büyük dairede kâinatın keyfiyetini içselleştirmek lazımdır.
Netice itibariyle;
Şu fani dünyada herkesin kendisine göre derdi vardır. Derdi olmayan hiç kimse yoktur. Zaten hiçbir şeye dertlenmeyen insan olamaz. Bitkilerin ve hayvanların belki derdi olmaz; ama insanların derdinin olmaması mümkün değildir. Bu fani mekân, cennet değil, dünyadır. Nimetlerinin içerisinde bile elem saklıdır. Dertsiz bir dünya aramak beyhudedir. Ama bu dertlerin ve sorunların ağırlığı altında ezilmemek gerekir. Bunun da yolu, her konuda kâinatın hükümdarı olan ve hükmü her şeye nüfuz eden ve kudreti her şeye şamil olan Allah’a tam bir güvenle dayanma ve teslim olmadır. Her konuda tevekkül silahını kuşanmamız lazım. Tevekkül silahı kuşanıldığı zaman hayatın yükünün hafiflediği ve sorunları omuzlayabildiğimiz görülecektir. Madem sorunsuz ve tasasız bir hayat mümkün değildir; o halde Rabbimizin izzet-i dergâhına sığınalım ve dertlerimizi ona havale edelim.
Çaba bizden, takdir Allah’tan prensibini, hayatımızın temel düsturu haline getirmek gerekir.
Mehmet Zülküf Yel
Mehmet Zülküf Yel