Aralığın son haftasını gösteriyordu takvim yaprakları. Gökyüzü güneşliydi fakat serinceydi hava. Sanki yeryüzünden sıcaklığını esirgemek ister gibiydi Güneş.
Mevsimin normallerine göre değil de günlük güneşlik havanın aydınlığına göre giyinmişti insanlar. Çok değil; otuz-kırk yıl önceki nesil ayağına yün çorabı giyer, başını kefiye-sarık-külah-puşi gibi başlıklarla örter, beline de kuşağı bağlardı bu vakitlerde. Kuru soğuktan, türlü hastalıklardan korunmanın olmazsa olmazıydı bu tedbirler.
Oysa şimdi, özellikle bel hizasını enine açıkta bırakmak, dar ve ince giyinmek; saçı, başı-bağrı açık gezmek yaygın bir tarz olmuş halk arasında. Diyelim ki inançtan yana hiçbir endişesi-tasası yok bunların, peki, en azından sağlığı için tedbir almaz mı kişioğlu?
Çayevinin camekânından dışarıyı izlerken böyle düşünüyordum. İtiraf etmem gerekirse, olması gerekenden daha kalın giyinmiştim ben de. Zira çok çabuk üşürüm, üşüyünce de migren ağrısından iflahım kesilir benim. Bu sebepledir ki arkadaşım İbrahim’i beklerken sıkı giyinmekle birlikte sıcak bir yere sığınma ihtiyacı hissetmiştim.
Çayevindeki kuru gürültüye sırt çevirmiş, açıktaki manzaraya dalmıştım. Dışarının soğuğu ile içerinin sıcağını birbirinden ayıran camın yüzeyinde biriken buğunun zerreleri birleşerek gözyaşı misali aşağı akıyor, sıcak çayımın dumanı düşüncelerime yol olup havada kayıplara karışıyordu. Çırağın sehpaya teklifsiz bıraktığı ikinci çayı içtiğim sırada göründü İbrahim. Üzerinde gri renk kaşe mont ile aynı tona yakın kadife pantolon vardı. Sol eli cebinde, doksanlık tespih tutan sağ eliyse dışarıdaydı. Bir çizgiyi takip eder gibi başını önün eğmiş geliyordu.
Meydanı geçip işyerine yaklaşınca başını kaldırıp nerede olduğuma baktı. Hemen pencereyi açıp seslendim. Eliyle “Haydi gel” anlamında işaret etti. Bitmemiş çayımı göstererek içeri davet ettim. Geldi. Kucaklaşıp oturduk. Epeydir görüşmemiştik. Ona çay isteyecektim ki iki dolu bardağı şıngırtıyla önümüze koyuverdi çırak. Uyanık ve hızlıydı!
Uzun uzun hal-hatır sorduk karşılıklı. Uluslararası bir yardım kuruluşunda görevliydi İbrahim. Asya ile Afrika kıtalarının fakir bölgelerine insani hizmet götürüyordu. En son görevinde Gazze’ye gitmişti. Her zaman hareketli ve neşeli biriyken bu sefer fazlasıyla durgun ve dalgın gördüm onu. Sıcak çay bardağını iki avucunun arasında yuvarlayıp küçük yudumlar aldı, her yudumdan sonra tekrar tekrar “Elhamdullilah” dedi.
Oturduğumuz yer bize göre değildi, fazla oyalanmadan çay parasını verip çıktık. İbrahim’le yemek yiyip ikindiyi beraber merkez caminde kılacak sonra ayrılacaktık.
Yakındaki esnaf lokantasına yöneldik. İçeri girer girmez közde pişmiş etin mis kokusu sıcak bir havayla birlikte bizi kuşattı. Sulu yemek çeşitlerinin yan yana dizildiği bölümde siparişimizi verdikten sonra duvar dibindeki masaya geçtik. Çatal-kaşık servisi, salata, ekmek, su derken yemeğimiz de geldi. O arada rastgele konuşuyor, aklımıza önemli bir konu gelirse paylaşıyorduk.
“Bismillah!” deyip başladık yemeğe. İbrahim lokmaları uzun uzun çiğnedikten sonra yutuyor, bir sonrakine geçmeden belki beş, belki on kez, “Elhamdulillah” diyordu. Çay içerken de öyle yapmıştı. Bazen karşılaştığımız bir durumdur ya, namaz başlangıcında, içine sinmediği için niyetini tazeleyip duran kişiler olur sağımızda-solumuzda. İbrahim de olsa olsa aynı sebepten tekrar ediyordur diye sormadım bir şey.
Yemeğimi bitirdiğimde İbrahim daha tabağını yarılamamıştı bile. Onun da duyacağı şekilde “Elhamdulillah. Rabbim verdiğin nimete şükürler olsun!” dedim. Sesli söyledim, çünkü neden durmadan hamddettiğini merak etmiş bir karşılık vermesini, bir ihtimal açıklama yapmasını beklemiştim. Bir tepki vermedi. “Neden durmadan hamddediyorsun?” diye soracaktım ancak hem soru şekli itibariyle hem de söz dizimi açısından kulağa kaba geldiği için vazgeçtim. Neyse, sabırla izledim dostumun aheste aheste yemek yiyişini.
Garsonlardan biri boşları toplarken öbürü masanın temiz kısmına çaylarımızı bıraktı. Yemeğin üstüne iyi geldi. Serinliğe de.
Ezanın okunmasıyla toparlanıp çıktık lokantadan. On kişilik bir cemaat vardı camide. Pencereden giren kızıl oklar tertemiz halılara yansıyor, kırmızı zemin üzerindeki beyaz desenler ışık saçıyordu. Minberi süsleyen yeşil çiniler, sedir ahşaplı mihrabın ince yapısı, hat yazısıyla yazılmış sıralı levhalar son derece şık duruyordu. Sanki dışarıdan içeriye nur sızıyor, nurla birlikte gönüllere huzur doluyordu.
Sünneti her birimiz ayrı köşede kıldık. İmam, “Biriniz kamet getirsin!” dedi. Cümle ortaya söylendi. Herkes birbirine baktı. Sen buyur, yok diğeri buyursun derken o iş İbrahim’e kaldı. Kametle birlikte saf tuttuk imamın arkasında.
Namazı kıldık, tesbihat kısmına geçtik. Ayete’l Kürsi’yi sesli okudu İbrahim. “Sübhanallah!” der demez şıkırtılar yükseldi tespihlerden. Hızlıca bitirenler beklemeye başladı. “Elhamdullillah!” dedi. Hazırda bekleyen parmaklar “şak... şak... şak” diye devirdi tespih tanelerini tekrar. Tam otuz üç kere. O da bitti. “Allah-u Ekber” demesini bekledik. Fakat bir türlü gelmedi o ses. Gereğinden fazla uzayınca, cemaatin bakışı önce imama, sonra İbrahim’e yöneldi. İbrahim iki büklüm olmuş, şevkle zikrine devam ediyordu:
Elhamdulillah...
Elhamdulillah...
Elhamdulillah...
İmam hafiften öksürerek duruma müdahale etmek istedi. Olmadı. İbrahim sanki orada değildi. Gözlerini yummuş, bedeni ritim halinde öne arkaya sallanıp duruyordu. Cemaatten kimisi kendi başına devam etti tespihatına kimisi de şaşkın halde bekledi. İmam bu kez el işaretiyle ona müdahale etmemizi istedi. Yakınındaki kişi uzanarak omzuna dokundu. İbrahim gözlerini açınca kısa bir şaşkınlık yaşadı. Neyse ki kendine gelmesi uzun sürmedi. Neden sonra “Allah-u Ekber!” dedi.
Tespihatın ardından imam, aşr-ı şerif okudu, fatiha ile bitirdik. Cemaatle musfaha edip çıktık camiden.
İbrahim’le kol kola girip yürüyüşe çıktık. Yön değiştirerek esmekte olan rüzgârın savurduğu gazel oradan oraya uçuşup duruyordu. Ara ara yosun kokusu geliyordu deniz tarafından. Duvar üstünde güneşlenen beyaz kedinin gözleri üzerimizdeydi. Göğün derinliklerinde siyah lekeler vardı. Bunlar, mevsimlik göçün son yolcularıydı. Bana öyle geliyor ki uçmaya heves eder insan bu mevsimde. Gözlerim çevreyi tarayadursun, aklım hâlâ arkadaşımın tavrındaydı. Artık sormadan edemezdim!
“Dostum ya, bugün sende bir hâl var. Farkındasın değil mi?”
“Ne gibi?”
“Dalıp gidiyorsun! Bir de durmadan, ‘Elhamdulillah’ diyorsun. Yanlış anlama, Allah’ı zikretmek elbette güzel bir şey fakat sen bunu alışılmışın dışında yapıyorsun.”
“Öyle mi oldu, ne zaman?”
“Namazdan sonra. Tespihatı çekerken. Öncesinde de... Çay içme, yemek yeme esnasında!”
“Anladım kardeşim. Evet, eskisinden fazla zikretmeye çalışıyorum.”
“Neden acaba?”
“Şöyle söyleyeyim, günlük hayatta çok ama çok az şükrettiğimizi fark ettim. Allah’ın üzerimizdeki nimetine karşı daha duyarlı olmamız gerektiğini anladım.”
“Çok şükür her işimize besmeleyle başlarız, her ikramdan sonra şükrümüzü de eda ederiz. Bunu az mı buluyorsun?”
“Evet, az buluyorum. Gezip gördüklerime tanıklık etmiş olsaydın yüzde yüz hak verirdin bana.”
Şaşırdım! Sormadan edemedim:
“Nasıl? Iııı... Yani neden?”
“Şundan dolayı; o kadar çok nimete sahibiz ki her fırsatta şükretmezsek nankörlük yapmış oluruz. Zira ömrü boyunca tok karınla yatmamış insanlar gördüm Afrika’da. Bombalanma korkusundan bir gece bile rahat uyuyamayan savaş mağdurlarını tanıdım Ortadoğu’da. Temiz su bulamayanları, başını sokacak bir evi olmayanları, esir kamplarında ömür tüketenleri, mahkûmları, mültecileri ve sair..!
Bak, herhangi bir kaygı duymadan rahat bir yatakta uyuyabiliyorsun saatlerce. Karnın acıktığında canının istediği yemekten bolca yiyebiliyorsun. En saf, en temiz sudan içiyorsun. Başını sokacak bir barınağa sahipsin. Yaşadığın yer itibariyle güven içindesin. Her gün yıkanabilir, üst-başını değiştirebilirsin.
İşin var. Huzurunu sağlayan eşin ve çocukların var. Yarına dair kaygın yok. Kitle imha silahlarının sesiyle uyanmıyorsun gece yarılarında. Başında durup ekmeğini sömüren yok! Şehir şehir, ülke ülke sürgün edilmiyorsun!
Sahip olduğumuz olanakları saysam bitiremem. Buna mukabil gün içinde yaptığımız birkaç şükür kâfi midir sence?
Gazze’yi gördükten sonra -ki orada olup biteni anlatmaya kelimeler yetmez- her fırsatta Rabbime hamddetmeyi kendime vazife eyledim. Evet, bazen kendimi unuttuğum oluyor. Dalıp gitmelerim ondan. Çünkü gözümün önünden gitmiyor gördüğüm manzaralar. Dünyadaki mal varlıklarının tamamını, aile bireylerinin hepsini, hatta kendi vücutlarının bir bölümünü kaybetmiş Gazzelilerin dilinden düşmeyen iki şeyden biri, “Hasbinallah ve ni’mel vekil...” diğeriyse “Elhamdulillah” idi.
“Yeterli, anladım!” dedim. Aniden oluşan sessizliği bozmadan ilerledik ağır bir tempoyla.
Haklıydı İbrahim. Hepimiz televizyonda gördük, kucağında şehit düşmüş bebekleri olduğu halde Allah’a hamddeden anne-babaları, kardeşleri; hastaları vurulan doktorları; ailesi hedef alınmış liderleri, büsbütün bir halkı... Evet, gördük ne kadar vakarlı, ne kadar izzetli, ne kadar imanı güçlü ve şükürdar olduklarını.
Konuşa konuşa sahile varmıştık. Esinti şidetini arttırmış saçımızı başımızı dağıtıyordu. Tekneler yalpalıyordu dalgaların üstünde. O an orada özgürce dolaşıyor olmamıza, bizi sıcak tutan elbiselere ve dönüp başımızı sokabilecek evlere sahip oluşumuza, bize bahşedilen diğer sayısız nimetlere karşılık içimden geldiği gibi “Elhamdulillah!” dedim. “Elhamdulilllah!”
Kim bilir, belki sen de bunu okuduktan sonra sahip olduğun her şey için “Elhamdulillah!” diyeceksin.