Bu çağda İslam’a davetten daha hayırlı bir hizmet yoktur. İslam’a davet, konuşulacak bir konu olmaktan öte, yapılacak bir iştir.
Yahudi uygarlığının bize anlattıkları, dikte ettikleri bizi İslam’a davet konusunda cesaretten uzaklaştırmakta. Allah’ın Kitabı Kur’an-ı Kerim ve Peygamberinin sallallalahü aleyhi vesellem hadisleri, Ashab ve Tabiin, bize İslam’a davet için emir ve cesaret vermektedir.
Yahudi, bize davetçi olamazsınız, derken İslam, bize davetçi olmalısınız, diye emrediyor.
Bütün mesele de burada: Biz, Yahudi’nin yasağını mı dinleyeceğiz yoksa İslam’ın emrini mi?
Çağın liberal Yahudi’si, geçmişin Yahudi’sinden de uyanıktır. Öyle açıktan yasak koymuyor. Bizim otokontrol sistemi dediğimiz bir yöntemle bizi kendi kendimize yasak koyacak bir zihniyete sürüklüyor.
Nasıl mı? Gayet basit!
Önce, bizi İslam’ın insan anlayışından uzaklaştırdılar. İnsanın günah işleme ihtimali ile ilgili inancımızı bize unutturdular. Sonra dediler ki masum değilsiniz ki tebliğ yapasınız.
Bunu öylesine sinsice zihin dünyamıza yerleştirdiler ki hepimiz, kendimize “Ne zaman günahsız olursan o zaman tebliğde de bulun!” dedik.
İyi de masumiyet peygamberlere has değil midir? Biz de kim tam bir masumiyetten söz edebilmiş ki?
Ama elhamdülillah tamamına yakınımız, büyük günahlardan uzaktır. Esas olan büyük günahlara bulaşmamak, diğer günahlardan da tövbe etmektir. Hatta kişi büyük günahlara bulaşmışsa dahi tövbe edip farklı bir yola girebilir.
Mesele yine burada:
Günah konusunda biz, Yahudi’nin zihnimize yerleştirdiği otokontrol sistemine mi tabi olacağız? Yoksa tövbe edip İslam’ın insan ve günahkârlıkla ilgili anlattıklarına mı?
Eğer Yahudi’ye değil de İslam’a tabi olacaksak gelin “davetçi” olmaya bir daha niyetlenelim.
Bu, öyle zor bir şey değil, merasim gerektirmez ama çok işbirliği gerektirir. Tek başımıza değil, arkadaşlarımızı da ikna ederek “Ya Allah!” deyip davete başlayalım.
Aklınıza hemen bir sosyal medya hesabı kurmak geliyorsa orada durun, sizinle anlaşamadık.
Evet, imkânları kullanmak bir yana imkân üretmek de gerekir. Sosyal medya da üretilmiş bir mekândır. Ümit ediyoruz ki geleceğin davetçileri muazzam sosyal medya imkânları oluştururlar. Ama yetmez yüz yüze davet, İslâmî davetin asla zamanı geçmeyecek, çağlar üstü, esaslı davetidir.
Öyle deyince bir daha anlaşmazlığa düşmeyelim. Zira bu çağda gruplar hâlinde dolaşıp bir şeyler anlatanlar var veya başka toplu etkinlikler düzenleyenler…
Bunların hepsi kıymetlidir. Ama hiçbiri aslî davet tarzımızın tamamı değildir. Bugüne kadar bazı başarısızlık ve umutsuzluklar da bunu bilmemekten kaynaklanmıştır.
İslam’a davetin esası, birlikte çalışıp bire bir anlatmaktır. Tekrar ediyorum: BİRLİKTE ÇALIŞIP BİRE BİR ANLATMAK!
Bire bir davetin olmadığı hiçbir yerde davet yapılmış sayılmaz. Bire bir davette esas olan, bir veya birkaç kişiyi tanımak, tanışmak ve onlara sabırla hakkı anlatmaktır. Gürültü yapmadan, ortalığı yıkmadan, güven ve sabırla davet…
İnsanları şirk ve zevk ikilisi çukurundan yüceliklere çıkaran Hz. Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi vesellem’in davet yolu budur. Musab radiyallahü anh da böyle başarılı oldu.
Bütün mesele şehrimizin, semtimizin, sokağımızın, evimizin Musab’ı olabilmek… Yesribleri Medine yapmak için insanlarla; sabırla ve riyasız konuşma cesaretini gösterebilmek… Kendini bir insanın mürşidi, hakka davet eden kılavuzu konumunda görebilmek…
Yahudi uygarlığı, cesaretimizi kırıyor. İslam, bize cesaret veriyor… Birkaç yıl önce vefat eden bir İslam davetçisine sordum. Kendileri Japonya’da İslam’a davette bulunuyorlardı. Japonya’da dilini bilmediğin insanları davet zor değil mi, dedim.
Şehadet parmağını dudağına götürdü, havaya dikti, “Allah bir demek, çok kolay!” dedi. “İnanıyorlar mı?” dedim. “Çook!” dedi.
Cevap verirken öylesine heyecanlıydı ki gayriihtiyarî sordum: “Kaç yaşındasınız?”
1931 doğumluydu ve konuştuğumuzda doksan yaşına girmek üzereydi. “On sekizin biraz üzeri!” diye cevap vererek gülümsedi.
Yatağından doğrulamayacak kadar hastaydı ama “İyileşsem de Japonya’ya gitsem!” diye ümit ediyordu.
Onun gibi yüz binlerce davetçiden biri olmak genç olarak senin kararına bağlı. İster kız ister erkek ol! Sen, “Davetçi olacağım!” diye karar ver. Bundan sonrası mesele tövbe edip “Ya Allah!” diyerek anlatacak birini bulmak!
Kimse yoksa kardeşin vardır, bir arkadaşın vardır. Ona anlat ama “Davetçi” olduğunun bilinciyle, davetçi olmanın sabrıyla, davetçi olmanın titizliği ve planlılığıyla anlat, göreceksin ki bu yol, bu çağda tam bir kurtuluş yoludur.
Seni hem cennete götüren hem sana bu dünyada saadet veren bir yol… Hele bir de evliyseniz ailecek yapın!
Yöntem basit: Birilerini bulup bilinçle, sabırla, titizlik ve planlıca anlatıyorsun…
Evinize nasıl saadet geldiğini, hayatınızın nasıl bereketlendiğini işte sen o zaman gör!
Yaptık da olmadı mı?
Lütfen düşünelim, iddiamızda samimi miyiz?
Öyleyse soralım: Hangimiz İmam Hasan el-Benna gibi, insanları yollarda gözleyip peşlerine takılarak onlara haktan bir söz söyledik?
Buna hangimizin yüreği yetti?
Hangimiz İmam Hasan el-Benna gibi, ulaşamadığımızın evine küçük bir davet mektubu gönderdik?
Hangimiz, hakkı söylüyoruz diye bize bağıran birine misliyle karşılık vermek yerine “Ben sana hakkı anlatan bir davetçiyim!” deyip onu teskin etmeye çalıştık?
Hangimiz bir kapıdan kovulunca diğer kapıya gittik?
Ya da Üstad Bediüzzaman gibi hangimiz sürgün edildiğimiz yurtlarda, yakınlarımızdan, dostlarımızdan çok uzaklarda sobacıları, fırıncıları tutup onları yüceltmeye çalıştık?
Hadi hepsini geçelim: Hangimiz bunalan bir kardeşimizin elini tutup “Ben, senin kardeşin ve dostunum! Bana derdini anlat, dert ortağın olayım!” deme cüretinde bulunduk.
Hadi diyelim bunu yaptık. Akıbet yani netice Allah’ın takdirinde değil mi?
Vallahi şunu söyleyen, sizi yanıltmıyor:
Davetçi, neticeye bakmaz ama eninde sonunda netice alır?
Nuh aleyhisselam da Lût aleyhiselam da netice almışlardır. Bugün binlerce yıl sonra onlardan söz ediyorsak bu netice değil de nedir Allah aşkına…