Bir karakışın en zemheri soğuğunda, sabahı görünmeyen karanlık en zifiri gecenin karanlığında hissetti benliğini. Odanın içinde turlarken çocuklarının yemek yemesini, küçüğünün elindeki emzikle uğraştığını görünce gözlerinden bulgur bulgur yaşlar akmaya başladı. Bir hamdele ve salveleden sonra raftaki Mushaf’ı aldı eline ve okumaya başladı. Tam da Al-i İmran 191’i okurken sanki biri ona “dur, oku, tekrar tekrar oku” diyordu. Ayeti birkaç defa daha okudu durdu, okudu durdu!
“O akıl sahipleri, ayakta dururken, otururken ve yanları üzerine yatarken dâimâ Allah’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler ve “Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen bütün eksik sıfatlardan uzaksın. Bizi cehennem azabından koru!” derler.” (Al-i İmran, 191)
Gözlerini kapattı ayettin ellerinden tuttu, beraber gittiler peygamberin Risâlet dönemine. Gördü ki, insanlar insanlıklarından öyle bir uzaklaşmış, öyle bir barbarlaşmışlardı ki baba çocuğunu öldürüyor, güçlü zayıfı eziyor, gülenler rahatlarını başkalarını ezmede buluyor ve en sonun da zalim-mazlum hiç kimse bir şey götürmeden dünyadan eli boş göçüp gidiyor. Alışılmış olan bu hayat, zihinleri hipnoz etmiş, öyle ki ağlanacak hale gülünüyordu.
Yarın ne olacağı belirsiz bu şaşkın beldeye, bu kendini kaybetmiş kalabalıkların arasına gökten gelen haberle Peygamber(sallallahu aleyhi vesellem) dalıverdi. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem), durmadan, zaman kaybetmeden tebliğ ediyor etrafında toplananlar ile beraber adeta zamanla yarışır gibi uyandırmaya ve çağırmaya, cehennem çukurunun kenarından cennete yönlendirmeye çalışıyordu. Alışkanlıklarını din ve hayat tarzı haline getiren uyumuş kalabalıklar, önce çağrıyı önemsemedi; uykusuna devam etti. Sonra alay etmeye ve sonra amansız saldırılara başladılar.
Var olan hayat anlayışları adım adım onları mezar çukuruna doğru götürürken, peygamber ve sahabesi onların bu zavallı durumuna acıyor, onları kurtarmaya çalışıyordu. Ama anlamadılar. Neticede insafsız işkenceler, şehadetler, muhaceratlar ve sonu görünmeyen zor bir süreç başladı.
Kimi gençler bilmedikleri ve bir daha dönüp dönmeyecekleri belli olmayan Habeşistan’a göçüp gittiler. Ardından aldıkları talimatla fırsatı bulanlar bir başka belde Medine’ye hicret etmeye başladı. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) belki bir yol açılır diye Taife gitti ama olmadı taşlanarak şehirden çıkarılıp kovuldu.
Nice evler yıkılmaya, nice yalın ayaklar göç etmeye, başladı. Saldırılar savaşlar, adeta dünya bir canavar oldu ağzını açtı; dünyanın ve insanlığın ihtiyacı olan bir avuç insanı yutmaya çalıştı. Tam da karakışın en zemheri, sabahı görünmeyen gecenin en zifiri karanlığı ve zaman durmak bilmeyen hızlı döngüsü içindeyken, takdiri ilahi bir başka sayfayı açtı. Güneş yeni bir bahara doğdu. Karanlıklar dağıldı, buzlar erimeye başladı. Dün çekinerek, çocukları ağlayarak şehri terk edenler bu gün on bin kişi ile tekbirlerle Kâbe’ye ilerledi. Putlar yere serildi. Çok geçmeden bir selama hasret Mekke’de, Peygamber(sallallahu aleyhi vesellem) yüz yirmi bin insana veda hutbesini okudu. Yani karanlıklar dağıldı ve mevsim hummalı bir bahara döndü. İnsanlık eman dolu bir mevsimin şenliğine kavuştu.
Risalet çağında, “Veda Hutbesi”ni dinledikten sonra tekrar geldi odasına!
“Elhamdülillah” dedi. “Ya rab” dedi! “Filistin, Gazze…”
Şehirler yıkıldı. Bir nesil kıyımın en acımasızlığından geçirildi ve geçiriliyor. Tıpkı dün Mekke’de olanlar gibi zulme insanlık seyirci kalıyor. Ama içler acısı, utanılacak bir fark var, o gün seyirci kalanlar namaz kılanlar değildi. En acısı da bu olsa gerek.
Ya rab bir bahar daha!
Ya rab bir müjde daha!
Yüzyıllara ilham verecek bir bahar daha!
“Ey iman edenler! Düşman ordusuyla karşılaştığınız zaman sebât edin, dayanın ve Allah’ı çok çok zikredin ki başarıya erebilesiniz.”(enfal 45)
Amenna ya rabbi!
Ya rabbi!
“Hoşunuza gidecek bir başka lütuf daha var: Allah’ın yardımı ve pek yakında gerçekleşecek bir fetih! Mü’minleri müjdele!” (saf 13)
Uğruna bedel veren gözü yaşlı yüzbinler! Mübarek vaadinin gerçekleşmesini bekliyor.
Biliyoruz, bizi deniyorsun ve bu olanları boşuna vermiyorsun. Senin bize öğrettiğin kelamınla “Bizi doğru yola hidayet et. Öyle bir yol ki (onda olanlara) senin nimetlerin vardır. Bizi gazaba uğrayanların, sapkınların yolundan muhafaza et” (Fatiha 6-7)
Doğru yol, bütün zorluklara, acılara rağmen Peygamberin(s.a) arkasından yürümektir. Orada sebat etmek ve baharları orada gözlemektir.
Biliyorum!
Ey Gazze!
Ey Lübnan!
Ey Yemen! Size karşı mahcubum. Ne diyeceğimi bilmiyorum. Size nasihat etmek haddim de hakkım da değildir. Size duacıyım.
Ve Ey acılarında kıvranan peygamberin arkasında saf saf duranlar! Zemheri kışın baharı, karanlık gecenin neharı, yakındır.