Değerli okurlar!
5 Temmuz 1993’te Başbağlar Köyü katliamı, memleket genelinde büyük bir yankı uyandırmıştı. Aradan geçen 29 yıl boyunca katliama uğrayan bu köyümüzü, kardeşliğimiz gereği unutmadığımızı belirtmek adına, köyün dernek başkanı ve yardımcısıyla uzunca bir röportaj geçekleştirdik. Uğradıkları zulmün sesi olabilmek adına yaşadıklarını Susa Katliamına benzetiyor ve gösterdiğimiz ilgiye hem şaşırıyor hem de seviniyorlardı. Mekanlarında yaptığımız bu röportajı buyrun beraber okuyalım.
-Sizi tanıyabilir miyiz?
Adım Mehmet Ali Dikkaya. 1961 Kemaliye/Erzincan doğumluyum. Uzun yıllardır Başbağlar Köyü Derneği Yönetim Kurulu Başkanıyım. Ticaretle uğraşıyorum. Emekliyim. 1974 yılından beri İstanbul’da oturuyorum.
-Köyle olan irtibatınız…
Hiç kesilmedi irtibatımız. Gidiş gelişlerimiz sürekli devam etti. Annemin rahmetli olmasına kadar da sıklıkla sürdü. O zamana dek sürekli gidip geliyorduk. Vefatından sonra da gitmediğimiz sene nadirdir. Her sene gidiyoruz. 93 katliamından sonra yılda 5-10 kez gidişimiz oldu. Hala da gidip geliyoruz.
-Taziye, düğünlerde…
Yok. Katliamdan sonra köyde yaşam oldukça sınırlandı. Köyün sorunlarını çözmek için gidiyorduk. Çünkü köyü yerle bir etmişlerdi.
- Derneğinizin tam ismi neydi?
1966 yılında derneğimiz kurulmuş. Tam ismi Kemaliye Başbağlar Köyü Güzelleştirme ve Kalkındırma Derneği. İsmini hiç değiştirmeden faaliyetlerine devam etti. Sadece 1980 ihtilalinde tüm dernekler gibi bir ara verildi. Sonra yine devam etti. Genel kanı, derneğimizin katliamdan sonra kurulduğu şeklinde olsa da eski bir dernektir.
-Derneğinizin böyle bir misyonu üstlenmesi zor olmadı mı? Katliama kadar köyün fiziki, sonrasında ise ruhi altyapısıyla ilgilenmek… Yani bu derneğe bu yük ağır değil mi?
Çok çok ağır geldi. Allah yardım etti. Müslümanların yardımıyla da o günleri bir şekilde atlatmaya çalıştık. Ancak gerçekten çok ağır ve zor bir süreçti. Çünkü köyün büyükleri, yerlileri, derneğin aktif üyeleri birçoğu şehit olunca yük tamamen bizlere/3-4 kişiye kaldı. Bizler de uzun yıllar bu yükün altında kalkmak için mücadele ettik.
Tabi ki bir de köyün konumu çok önemliydi. Geçmişteki dernekçilik ile 93 yani katliam sonrası dernekçilik arasında fark var. Biz, Kemaliye’nin en kalabalık ve her yönüyle de alt yapısını tamamlamış bir köyüydük. Katliamdan sonra kadınlar ve çocuklar ortada kalınca, evler de yakılınca, köyde yaşam alanı kalmayınca onları buraya getirmek zorunda kaldık. Onlara burda bakmak zorunda kaldık. Ayrıca orayı terk etmemek için mücadele ettik. O da ayrı bir zorluktu.
-Hala buralardalar mı yoksa köye dönenler var mı?
Birçoğu döndü, yazın özellikle tamamına yakını dönüyor. Kışın 5-6 aileyi geçmiyor. O bölgede yaşam oldukça zor. Çünkü o katliamdan sonra hep şunu söyledik: Bizim geçmişimizi, o günümüzü ve geleceğimizi de yaktılar. Hayvancılık ve yaylacılık artık yapılamaz oldu. 93’ten bu yana 29 yıldır hiçbir tarla ekilemedi. Harmancılık yapılamadı. Hiçbir şey yapılamadı. Çünkü köyün yerlileri şehid edildi.
-Anlattıklarınızı düşününce niye Başbağlar diyorum, niye? Sizi çevre köylerden ayıran neydi?
Köyün muhafazakâr, dindar olması gibi birçok sebep var. Köyümüz oldukça şuurlu Müslümanlardan oluşan bir köydü. O günkü imamımız İmam Adil’in de bunda katkısı büyüktü. Adil hocam Erzincan Tercanlı’ydı. Cenazesi de oraya defnedildi. Başpınar Şehitliğine temsili mezarını yaptık. 33 mezar yaptık.
Şuurlu bir çalışması vardı köyde. Köyün bilinçlenmesinde bu yönüyle katkısı oldukça fazlaydı. Fakat öncesinde de İslami şuur vardı. Köylerimizden İskenderpaşa, İsmailağa, Menzil gibi çeşitli dergahlara, cemaatlere gidenler vardı. Bu bir sebep. Sünni bir köy olması da ayrı bir sebep.
-Çevre köyler hepsi Sünni mi?
Bizden sonra Tunceli’nin Ovacık ilçesi köyleri başlıyor. Biz, bir vadinin sonundayız. Vadiden sonra köy yok. Yani Tunceli sınır noktasındayız. Erzincan ve Kemaliye’nin en son köyüyüz.
-Peki, ya katliam…
Şunu söyleyelim ki o gün 3 adet bildiri katliam yerine bırakıldı. Üçü de aynı elde çıkmıştı ve masada yani daha önce hazırlanmıştı. Düzgün ve imla kurallarına uygundu. O bildiride katliamın Sivas’a, Dersim’e misilleme olduğu yazılmıştı. Katliam tabi ki Sivas’tan üç gün sonra oldu. Ancak sıradan birine sorarsanız. Deseniz ki üç gün sonra böyle bir köy katliamı oldu. Failleri de buhar oldu, uçtu. Hiçbir zayiat da vermediler, gittiler. Buna kimse inanmaz. Çünkü üç günde hiçbir terör örgütü hazırlık ve ön keşif yapmadan, elini kolunu sallaya sallaya böyle bir köyü basamaz. Çünkü köy kalabalık (542 nüfus). İyi-kötü av tüfekleri de vardı. Çünkü dağda eşkıya var. Bunları kullanmaya dahi fırsat olmadı. Yani demek istediğim şu ki Sivas ve Başbağlar, aynı güçler tarafında tezgahlanıp sahneye kondu. İkisini de aynı güçler yaptı.
-Basın yayında bu yaklaşım daha çok revaçtaydı yanılmıyorsam.
Doğru... Bırakılan bildiride öyle yazıyordu. Fakat kanaatimiz buradaki hedef Alevi-Sünni çatışması çıkartmaktı. Tutmadı. Bunu şu sebeple söylüyorum. Katliamdan dört gün sonra bize silah gönderildi. Silahlar teslim alınmadı. Geri gönderildi.
-Köy korucusu olasınız diye mi?
Hayır hayır! Seri numarasız, büyük ve uzun namlulu silahlar gönderildi.
-Bunu gönderenler…
O günkü karakol komutanı getiriyor. Şu an rahmetli olan köylülerden Necati Aydınoğlu, “Ne yapacağız?” deyip teslim almıyor. “İstediğiniz gibi kullanın” diyorlar. Ardından on gün sonra Tunceli’nin köylerinden 16 kişi yakalanıyor. Bunları köyün içinden göstere göstere götürdüler, ifadeleri alınması için. Yani hedef gösterip bunlardır diye öyle yapıyorlardı. Dolayısıyla bu girişim, bir hedef saptırmaydı. Büyük resme ulaşılmasın diye bu yapılıyordu. Götürüp ifadelerini aldılar. On tanesi itiraf etmiş. Aynı gün Erzincan Devlet Güvenlik Mahkemesinde(DGM) yine de serbest bırakılıyorlar.
-Asıl sorumuza gelirsek; Başbağlar Katliamı nasıl oldu, anlatır mısınız?
5 Temmuz 1993 Pazartesi, akşam saat 20.00’de saldırganlar, köyün doğu yani Tunceli tarafından 150 kadar terörist ezanın bitmesini bekliyor. Bir saatlik mesafede köyün yaylasından gelmekte olan Yahya Kemal Özdemir ve Mehmet Kaya’yı, komşu köyden de tarladan gelen Ahmet Yıldırım ve İbrahim Gülcan’ı da yanlarına alıyorlar. Ezan bittikten sonra dört koldan köyü basıyorlar. Bir grup köyün batı girişinden telefonu kesip köyün dışarıyla irtibatını kesiyorlar. Bir grup köye girdikleri doğu yönünde yani köylülerin şehit edildikleri yerde bekliyor. Birkaç grup büyük olan köyün mahallelerine köylüleri toplamak için dağılıyor. Bir grup da camiyi basıyor. Cemaat o anda akşam namazının sünnetlerini kılıyor. Hemen cemaati toplayıp köyün çıkışında yani doğu tarafında topluyorlar. Toplantı yapacağız, konuştuktan sonra dağılacaksınız diyorlar. Camide o akşam olmayan köylülerimizi de evlerinden tek tek alıyorlar. İlginç olan şu ki isim isim alıyorlar.
-Ellerinde liste mi vardı?
Muhtemelen köyü tanıyan birileriyle beraber geldiler ki olmayanları evlerinden alıyorlardı. Mesela Hoca Celal dediğimiz pazartesi-Perşembe oruçlarını temmuz ayında bile tutan Celal Demirci’yi de alıyorlar. O gün pazartesi olduğundan dışardan adıyla bağırıyorlar. “Gel konuşma yapacağız, toplantı var” diyorlar. O da “İftarımı yapıp geleyim” diyor. “Gelince yaparsın” diyorlar. İftarını yapmadan onu alıyorlar. Yine Ali Rıza Türkücü’yü keza aynı şekilde alıyorlar. Ona “Yeni aldığın dürbün de artık sana lazım olmayacak. Onu da bize ver” diyorlar.
Arkasından Ali Kucur’u defalarca götürüp getiriyorlar, meğer işkence yapıyorlarmış. “Yeni aldığın silahı vereceksin” diyorlar. Silahı ruhsatlıydı. O da direnince işkence görüyor. O arada kızlarınızı bize vereceksiniz, dağa götüreceğiz dediklerinde o da “Canımızı veririz, çocuklarımızı/kızlarımızı vermeyiz” diyor. Mesela Yahya Kemal Özdemir’e yolda “Buralar kimindir” diyorlar. “Önce Allah’ın sonra bizim “ diyor. “Hayır” diyorlar. “Burası Kürdistan topraklarıdır. Sizin değil.” Topladıktan sonra köylülere propaganda yapıyorlar. Bildiride yazılanların aşağı yukarı aynısı anlatılıyor. Bırakılan üç bildiriden birini kaymakamlık almıştı. Birini savcılık, sonuncusunu da jandarma almıştı. Bildiride de söylüyorlar: “Çocuklarınızı okula göndermeyeceksiniz, askere yollamayacaksınız, bize vereceksiniz. Sivas’ta şu kadar insanımız katledildi. Devlet katletti...” Bunları konuşuyorlar köylülere. O arada köyde kadınlar ve çocukların üzerinde olan takıları zincir, bilezik, yüzük tamamını ne varsa alıyorlar. Evleri yağmalıyorlar. Yukarıdan gelenler af edersiniz at, katır getirmişler. Daha sonra duyduk ki evlerden halıları bile götürmüşler. Evleri yakacakları için talan etmişler.
-Köyü ve köylüleri anladık da evinde olanı yani aldığın şeyi nasıl biliyorlar? İçerden birileri olabilir mi?
Zannetmiyorum. Lakin bir Tırpancı vardı. Onun dışında köyde yabancı yoktu. O da o gün tarlada tırpanla uğraşıyormuş. Tırpancı gün içinde çalıştığı tarlada ağacın dibine ceketini koymuş. Tarla sahibinin oğlu ufak bir çocuktu. O söylemiş o günlerde. “Ceketinin altında radyo var. (Telsizi radyo zannediyor) Radyoyu dinleyip geliyordu.” diyormuş. Muhtemelen teröristlerle irtibatı o sağladı diye düşünüyoruz. (Dernek başkanının yardımcısı Erhan Aydınlı araya giriyor): “Caminin önünde gelenleri herkese tanıştıran da o olmuş.” (Başkan devam ediyor): Tırpancı, köylüleri ve caminin önünde camiden çıkardıktan sonra camide olmayanları, yani yanlarında getirdikleri köylüleri teröristlere ismen tanıştırıyor. Dolayısıyla onun bu işte büyük bir payı var. İrtibatı sağlamış.
-Herhangi bir tutanağa bu bilgiler geçti mi?
Geçti. Mahkemede de çağrıldı. “Ben” dedi. “Suya atladım, sudan kaçtım.” Halbuki orada su kanalı yok ki. Yalan konuştu. Bir daha da mahkeme onu çağırmadı. Mahkeme zaten kurgulanmış mahkemeydi.
-İlk toplanma yeri neresiydi?
Önce camiyi basıp alıyorlar ve köyün çıkışındaki meydanda topluyorlar. 45 dakika kadar topladıkları köylülere konuştuktan sonra katlediyorlar. Hasan Sandıkçı ve köyün çocuklarını topladıkları bir dere var. O dere yani vadi iki mahalle arasındadır. Orada onlara yakın Almanya’dan Hüseyin Güner rahmetlinin getirdiği bir minibüs vardı. Köye hibe edecekti. İçindeki eşyalarıyla beraber aracı yakıyorlar. Hasan Sandıkçı’yı yanan aracın içine atmak istiyorlar. O da direnip ellerinden kurtulunca oracıkta hemen şehit ediyorlar. Evleri yakmaya başlıyorlar. Köyün dörtte üçünü yakmışlar. Sonra ateş serbest emriyle orda 27 kişi şehit ediliyor toplananlardan. Üç kişi ise yaralı kurtuluyor. 31 kişi toplamışlardı. Tırpancı’yı da yanlarında götürüyorlar. Onu “İçinizde yabancı var mı?” diye ayırıp götürüyorlar. Zaten o, olaydan haberdarmış. Sonradan orada 585 boş kovan toplanıyor.
İbrahim Parto’nun da evini yakmışlardı. Süleyman Orhan’ı kurşunlayıp henüz ölmeden diri diri o evin ateşine atıyorlar. Nurettin Aydın, Şakir Aydınlı, 13 yaşındaki İbrahim Baltacı ve annesi Nazife Baltacı evlerinin içinde yakılarak şehit edildi. Bu beşinin naaşına hiçbir şekilde ulaşılamadı. Katliamdan sonra iş makinasıyla cenazeleri aramaya geldiler. Bulamadılar. Yıktıkları evlerin altını üstüne çevirdiler. Öyle görünüyordu ki maksat, cenazeleri bulmak değildi.
-Şehit edilenler toplam kaç kişiydi?
Toplam 33 kişi. 5 kişi yakılarak, bir kişi yaktıkları aracın içine atılarak, 27 kişi de topladıkları meydanda tarayarak şehit edildi. Biri 13 yaşında çocuk, biri de kadındı.
-Katliamdan sonra hukuki süreç nasıl devam etti?
Katliamdan on gün sonra 16 Temmuz’da bizim isimlerini bilmediğimiz, vermediğimiz, nerde ve nasıl tespit etmişlerse 20 kişiyi aramışlar. 16 kişiyi Kemaliye Jandarması komşu Ovacık köylerinden toplamış, yakalamış, köyün içinden geçirerek Kemaliye’de ifadeleri alınmış ve Erzincan DGM’de bırakılmışlar. Bunlardan on kişi, ifadelerinde “Biz evleri yaktık. PKK’nın zoruyla geldik. Biz kimseyi öldürmedik.” demişti.
-Bunlar taşeronluk mu yapmışlar PKK’ye?
Yok, köylü olduklarını ve PKK’nin zoruyla bu olaya katıldıklarını söylemişler. On kişi bunu itiraf etmiş. İfadeleri tutanaklarda da var. Hatta bana sekiz fitil verdiler diyen, bidonla yaktıklarını söyleyen var. Kimi de bana beş tane verdiler, ben şunu yaktım bunu yaktım gibi ifadeler vermiş. İlginç olan şu: Başlarındaki kişi, PKK elemanlarının kod isimlerini veriyor. Cuma, İshak, Çektar, Delil gibi. Gözaltında evleri yaktıklarını söylemelerine rağmen savcılıkta baskıyla bu ifadeleri verdik deyip hepsi beraat aldı. Akabinde tamamı devlete tazminat davası açıp tazminatlarını aldılar.
-Yargılama ne kadar sürdü?
Yargılama beş yıl sürdü. 16 kişiyle beraber. Bununla beraber iki itirafçı sanık vardı. Hiçbir zaman tanıklar ve sanıklar yüzleştirilmedi. Bir ara kararda o günkü mahkeme başkanı izindeyken yardımcısı, sanıkların tamamının mahkemeye getirilip yüzleştirilmesi kararını vermişti. Sonraki mahkemede bu karar da yok sayıldı. Bu arada iki itirafçı sanıktan Mardin Midyat doğumlu olan, Diyarbakır cezaevinde yatmaktaydı. Ancak bir yıl sonra İzmir’e yani katliam davasının görüldüğü mahkemeye getirildi. Tabi mahkeme İzmir’e alınmıştı.
-Başlangıçtan beri mi?
Hayır! Dört duruşma Erzincan’da, 24 duruşma da İzmir’de yapıldı. Erzincan’da mahkeme devam ederken bir duruşma sonrası ufak bir gerginlik oldu. Onu bahane ederek güvenlik gerekçesiyle 1300 km daha batıya İzmir’e alındı. Erzincan’a daha yakın bir yere alınabilirdi. O günkü şartlarda gitmek gelmek oldukça problem oldu.
Getirilen itirafçı sanık, o duruşmaya bir daha getirilmedi. İzmir Buca cezaevinde itirafçı koğuşu olmayışı buna gerekçe olmuş. Mahkeme, bu katillerin kod ve gerçek isimleri söylenmesine rağmen üzerinde durmadı. Kahramanmaraş Elbistan cezaevinde yatan itirafçı sanık, bir diğeriydi. Bu katliama katıldığını bizzat söylemişti. O ise hiçbir zaman duruşmaya getirilmedi. Bu kadar eksikliklere rağmen mahkemelerde çok kez mahkeme başkanı bizi azarladı; horlandık, itildik, kakıldık, hakarete uğradık, dışarda dayak yedik. Hiçbir sebep yokken birimizin ayağındaki problemden dolayı terlikle mahkemeye almadılar. Elini banka koyup dayanan birini “sen böyle dayanamazsın” deyip almadılar mahkemeye. Tişört ile geleni de red ettiler. Bize olmadık zulümler de yapıldı. Hatta sanık muamelesi gördük.
Bu kadar eksikliğe rağmen dosya kapatıldı. O itirafçı sanık 14 yıl örgüt üyeliği aldı. Diğeri de 3.5 yıl yardım ve yaltaklık cezası aldı. Yargıtay da bu eksikliklere rağmen dosyayı onadı. Defalarca tekrar açılması için müracaat yapıldıysa da olmadı.
-O zamanki basın nasıl yaklaşıyordu bu katliama?
Bir örnek vereyim: Bir gazetenin o günkü Ankara temsilcisini öğle namazından sonra ziyaret ettik. Üzüldü, ağladı. “Namazımı kılıp geleyim. Çay içeriz” dedi. Dedim ki “Boyalı sol basın yazmazsa bizi anlarız. Siz niye yazmıyorsunuz?” Derinden bir ah çekti. “Ah ah” dedi. “Yüreğimiz yanıyor, ama yazdırmıyorlar”. O günkü basın buydu. Yazanlar da vardı, ama azdı.
-O gün yanınızda olan İslamî camialar vardı değil mi?
Refah partisi başından beri destek veriyordu. Fakat mahkemeye İzmir’e kadar bizimle gelenler olmadı. İzmir’den birkaç bireysel katılım oldu. Mahkemeye giderken otobüsü zor dolduruyorduk. 30-35 kişiyi geçmezdi sayımız. Refah belediyeleri bize her duruşma için İzmir’e gidecek otobüsü temin etmede yardımcı oluyordu. Siyasilerden asla mahkemede bulunma desteği görmedik. Hiç kimse, ilginçtir gelmedi.
-Neden bu kadar desteksiz kaldınız, ne yaptınız ki?
Ne yaptığımızı bilmiyoruz. Komşu köylerle sorunumuz yok. Müslüman olmamız ve İslamî yaşantı sahibi olmamız hariç.
-Peki, devletin bu katliama yaklaşımını öğrendik de acaba devletin verip de tutmadığı bir sözü oldu mu?
Biz tabiri caizse çok süründürüldük. Sırf köyü boşaltmadığımız için cezalandırıldık. Zira o vadinin /köyümüzün boşaltılması gerekiyordu. Biz boşaltmadık. Köyü açıkça terk edip gidin talebi olmasa da 1987 yılında kalkındırılması mümkün olmayan Orman köylerinin nakli ile ilgili bir yazı gelmişti. Hayata geçirilmese de bize sonradan bu yazı geldi. O gün de köyün boşaltılmasına karşı çıkmıştım. Karşı dilekçeler verdik. Muğla, Antalya gibi yerleri iskân için gösterdiler.
Ahır, mesken ve samanlık olarak yapılan üç katlı evlerimiz yakıldıktan sonra ayaktaki duvar kalıntıları da dozerlerle yerle bir edildi. Gerekçesi yukarıdan öyle emir gelmesiydi. Halbuki bu evler kendi imkanlarımızla yapılabilecekken dümdüz edildiler. Cenazelerimiz köy hizmetlerinin kamyonlarıyla taşındı. Köye değil, 30 km geriye Başpınar nahiyesine defnedildi. Kamyonun üstüne odun atar gibi saygısızca götürüldü cenazelerimiz. Köyümüzün girişinde ise katliamın anıtı bulunuyor.
Evlerimiz için Bayındırlık Bakanı başta olmak üzere o günkü başbakan dahil hepsine müracaat ettik. Hepsinden şu cevabı aldık: Köyümüzdeki bu olay afetler, iskân ve köy hizmetleri kapsamına girmiyormuş. Halbuki ev sayısı 15’i geçince bu tür olayları da afete alıyorlar. Bu köyde ise 191 hane yanmıştı. Bu, 69 binaya tekabül ediyor. 90 yılı nüfus sayımında köyün nüfusu ise 542 idi. O zamanki siyasiler sözde köyü nakletmek için bizi sürüm sürüm süründürdü. Balıkesir, Çanakkale, Mersin, İstanbul gibi birçok yere gittikse de bir netice elde edilmedi. Yani bize çokça zulmedildi. Neticede Allah nasip etti de kaymakamımız sosyal yardımlaşmadan evlerimizin yeniden yapılması için Refah Yol Hükümetinde Rahmetli Erbakan Hocamızın emriyle yardımcı oldu. Evlerimizin yapılması gerçekleşti. Evleri birleştirerek ayrı ayrı olmasından tasarruf sağladılar. Biz de kabul ettik. 65 ev yapıldı.
-Kur’an Kursu var mıydı köyde?
-Köyümüzde önceden de yoktu. Fakat gelen her imam, İmam Adil gibi köydeki herkese Kur’an okumayı öğretir. Sonrasında kendileri İstanbul gibi yerlere gidip geliştirir.
- Son olarak ne dersiniz?
2013 yılında 11. Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül’ün talimatıyla Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu bizi 6.5 saat dinledi. Ne hikmetse 2014 yılı haziran ayında “Sivas Raporu” açıklandığında Başbağlar’dan bahseden tek kelime yoktu. Cumhurbaşkanlığından ayrıldıktan sonra Huber köşkünde bir vesileyle Sayın Abdullah Gül’ü ziyaret ettik. Anladığımız ve konuştuğumuz kadarıyla olaydan hiç haberi yoktu. Denetleme Kurulu’na bu talimatı kendisi vermemiş. Çünkü anlattıkça “Allah Allah” dedi. “Nasıl olur. Nasıl kayıp naaşlara ulaşılamadı.” Hiç haberdar olmadığını böylece anladık. Bu talimatı da o vermedi. O günkü karanlık yapı verdi.
-Konuştukça yaşanan vurdumduymazlığa ve devletin yaklaşımına üzülüyor insan. Allah tüm şehitleri af ve mağfiret etsin. Ailelerine sabır ve yardımlar ihsan etsin. Zaman ayırdığınız için teşekkür ediyorum.
İnzar Röportaj/Söyleşi
İnzar Röportaj/Söyleşi