İnsanoğlunun duyuları, dış dünyaya açılan kapılardır. Aynı zamanda temel bilgi kaynaklarından birisidir. Bu duyu organları vasıtası ile belleğimizde bir kültür ve bilgi külliyatı zamanla oluşur ve olgunlaşır. Daha sonra algıladıklarımız ve yorumladıklarımız, bu kültür külliyatının tesiri ile biçimlenir. Dış dünyaya karşı ortaya koyduğumuz tutum ve davranışların da menbaı, belleğimizde saklı olan bu kültür külliyatı olur.
Duyularımız içerisinde bizi en fazla etkileyen ve bizi biçimlendiren duyu, görme duyusudur. Hayatta hepimiz tecrübe etmişizdir, göz ile gördüklerimiz, en fazla bizi etkilemiştir.
Bir insanı biçimlendirmek, eğitmek veya tesir altına almak için birden fazla duyu organına hitap etmek başarı olasılığını artırır. Hele görme duyusuna etkili bir şekilde hitap eden mesaj, alıcı tarafından güçlü bir şekilde algılanır. Bir de algılanan bu mesaj bizzat tecrübe edilmiş ise; bu mesaj, hedef kişi ve kitlenin belleğinde derin ve kalıcı izler bırakır. Hatta çok olumsuz icbarî dâhili ve harici şartlar söz konusu değil ise bireyler ve kitleler yönlendirilebilir.
Hangi işi yaparsak yapalım, dış görünüş ve imajın önemi inkâr edilemez. Hayata bakış açımız ne olursa olsun, dünya görüşümüz ne olursa olsun, ilk karşılaştığımız kişiyi gayri ihtiyari de olsa dış görünümüne, konuşmasına ve kendisi üzerinde mevcut olan hallere ve eserlere göre değerlendiririz.
Hayata dair bir idealleri olmayan, gönüllerinde marifet ağacı dal salmayan insanlar, daha fazla insanları o esnadaki dış görünüşlerine göre değerlendirirler. Bizim her ne kadar insanları bu şekilde değerlendirmemiz doğru olmasa da, bir insanı tanımak için bazı şartlara ihtiyaç olduğunu bilsek de (Örneğin; beraber yolculuğa çıkma, bir arada kalma, beraber ticaret yapma, yemek ve içmek gibi.) insanların algılarını dikkate almak zorundayız.
Hayatın rotasını çizerken insanların algılarını göz ardı edemeyiz. Çoğu zaman hayatta algılar, hakikatlerin önüne geçer. Özellikle manipülasyonlarla hakikatlerin ters yüz edildiği, günümüz insanının ruhen ve fikren uyuşturulduğu ve adeta hipnoz edildiği bir zamanda, başarılı olabilmek için algılara dikkat etmek gerekir.
Mesajınızın içerik ve değeri ne olursa olsun, bu mesajın hedefine varabilmesi ve hedef şahıs veya kitlenin gönlünün, fikrinin ve kalbinin verilmek istenen mesaja açabilmesi için öncelikle algı duvarının yıkılması lazımdır. Algı duvarını yıkmadıkça mesajınızın içeriğinin pek fazla bir kıymeti kalmamaktadır.
Ticarette, siyasette, davet çalışmalarında ve hayatın diğer alanlarında bu hakikat geçerlidir. O halde yaptığımız iş ne olursa olsun, mesleğimiz ne olursa olsun ve hedefimiz ne olursa olsun, evvela bu hayati durumu dikkate almak durumundayız.
Günlük hayatımızda sıradan işlerde bile ilk baktığımız şey dış görünümdür. Ve genellikle bu noktalardaki davranışımızı ve tercihlerimizi dış görünüme dair algılarımız belirler. Bir karpuz alırken dışına bakarak alırız veya bir ceviz alırken yine kabuğuna bakarak bir yargıya varmaya çalışırız. İçinin ne olduğunu bilemeyiz. Ancak işin erbabı ve uzmanı olanlar hariç. Onlar, diğer insanlar gibi sadece kabuğuna ve dış görünüşüne bakmakla yetinmezler, gerçekten o malın değerini belirleyen kriterleri göz önünde bulundururlar. Bu hayatta ise her sahada işinde uzman olan insanların sayısı azınlıkta olduğuna göre geneli esas almak ve algılarına dikkat etmek zorundayız.
Özellikle de malzemesi insan olan mesleklerde bu konu hayati bir önem arz eder. Bilhassa İslami davet ile iştigal eden veya herhangi bir yönü ile İslami kurumları temsil eden veya temsil ediyor görünenler, insanların algılarına çok dikkat etmek zorundadır. Oturmak, kalkmak, yemek, içmek, yürümek, giyim ve kuşam ve hele de ticaretlerine çok dikkat etmek zorundadır.
Günümüzde hakikatlerin ters yüz edildiği ve fitne araçlarının çoğaldığı bir dünyada insanları hakka davet etmenin önünde birçok engel vardır. Olumsuz propaganda bombardımanı altında olan birey ve kitleler hakka davet mesajını almaya pek hazır değildirler. Algıları buna müsait değildir. Zihinsel ve ruhsal kirlilik, zihinlerin ve gönüllerin üzerinde katman katman bir toz tabakasına dönüşmüştür. Dünyaları zifiri karanlığa alışan bireylerin aydınlık bir mesajı kabul etmeleri pek kolay değildir. İşte üzerinde çalıştığımız insan malzemesinin kahir ekseriyetinin bu derecede olduğunu kabul etmek gerekir.
Bütün bu olumsuzlukların yanı sıra zaten girmemizin zor olduğu bir dünya ile karşı kaşıya iken eğer algılara dikkat etmez isek, bu insanlar ve toplumlar kapılarını sıkı sıkıya kapatırlar. Algıların kapalı olduğu ve önyargı duvarlarının Çin seddine dönüştüğü bir yerde verilen mesaj, duvardan geri döner.
Bir mal ne kadar kıymetli olursa olsun, ambalajının o malın kıymeti ile uyumlu olması gerekir. En azından değerine zıt bir görünüme sahip olmamalıdır. İşte her bir Müslüman da birer İslam davetçisi ve zımni temsilcisidir. En azından dış dünyadaki genel kabul budur. Her bir İslam davetçisi İslam’ı şahsında güzelce temsil etmek ile mükelleftir. Diğer Müslümanların da en azında İslam davasına ve mefkuresine gölge etmemesi icap eder. Bazen bir şahsın yapmış olduğu bir gölge, öyle bir tesir alanına sahip olur ki, birçok gönül ve zihin üzerinde menfi tesir bırakır.
Günümüz insanı samimiyete ve doğruluğa açtır. Günümüzde bilgi kaynaklarına ulaşmak kolaylaşmıştır. Maalesef bu kaynakların çoğu da kirlidir. İşte insanların ihtiyacı olan şey, bilgiden daha ziyade, o bilgileri ve mefkureleri pratikleri ile gösteren ve gönüllere hitap eden temsilcilerdir.
İnsanlara fazlaca bir şey anlatmak yerine gönüllerini ve ruhlarını sarsan mesajlar vermek gerekir. İşte o mesajın formülü de; “çok az söz ve ihlasla yapılan çok iştir”. Sadece yeri geldiğine verilen özlü mesajlar, aslında amel daveti ile teyit edilirse bu en iyi davet şeklidir. Bazen belki bir şey söylemeye gerek bile yoktur, en iyi davet yöntemi ameli davettir. Sizin amellerinizdeki kaliteyi gören şahıs ve kitleler, sizden yola çıkarak davanızın kalitesi hakkında bir yargıya ulaşmaya çalışır. “Bu güzel insanı yetiştiren mutlaka güzel bir dava olmalı” yargısına varır. Nitekim günümüzde bunun sayısız örneklerini görmüş ve duymuşuz. İslami şahsiyetlerin güzel yaşantısından etkilenen birçok şahsiyet, İslami dava ile tanışmaya can atmış ve bu güzel insanların lisanından dökülen birkaç hakikat mesajı ile de hakka teslim olmuşlardır. İşte amel ile teyit edilen mesaj bu kadar güçlüdür. Oysa belki bu insanları ikna etmek için ciltlerle mesaj yazılsaydı, konferanslar verilse idi yine ikna olmayacaktı. Oysa temiz ve halis gönüllerin eseri olan ameller, muhatapları İslam davetçisine yönlendirmiş, daha sonra gönülden kopan birkaç mesaj, diğer bir gönle akmış ve kaleleri zapt etmekten zor olan o gönlü fethetmiştir.
Dış görünüşümüz ile sahip olduğumuz dünya görüşünün evrenselliğini, insanlar için bir hayat kaynağı olduğunu göstermemiz lazımdır. Kılık kıyafetimizden, konuşmamızdan, muamelemizden yola çıkan insanlar, gönüllerini bize açabilmelidir. Adaletimiz, güzel ahlakımız ve merhametimiz ile o kapıyı çalabilmeliyiz. Ve bu tesirli vasıtalarla çalınan gönül kapısı açıldıktan sonra da İslam’ın ve hakikatin mesajının, kapıları açılmış gönüllere ulaşmasına vesile olmalıyız.
Yine bu bağlamda olmak üzere bilmemiz hatırlamamız gereken bir diğer husus şudur:
Mesajımız ne kadar kıymetli olursa olsun, mesajı iletme yöntemi de aynı şekilde mesajın içeriğini gölgelememelidir. Üslubun çirkinliği veya zayıflığı, mesajın kıymetini ve tesirini öldürür veya en azından zayıflatır. Mesajın kaynağından, mesaj iletme kanal ve tekniğine kadar her şeye dikkat etmek gerekir.
Bu konu ile ilgili anlatılan bir hikâyeyi hatırlamak son derece yerinde olur.
Geçmiş zamanın birisinde, bir zat yoldan geçerken kulağına bir ses ilişir. Kulak kabartınca birsinin Kur’an okuduğunu fark eder. Ama Kur’an okuyan zat son derece çirkin bir ses ile Kur’an okumaktadır. Öyle ki; o şahsın yanından geçenler, o hizaya gelince yollarını değiştirmektedirler.
Bu zat hemen adamın yanına varır ve sorar:
“Ey Allah’ın kulu sen bu Kur’an’ı niye okuyorsun?
Adam şöyle cevap verir:
“ Allah için okuyorum.”
O zat şöyle der:
“Al bu parayı da Allah için sus!”
Günümüzde İslam’ı temsil ettikleri varsayılanların veya İslami alametleri üzerinde taşıyanların sorumluluğu çok büyüktür.
Özellikle de sakal, sarık, çarşaf, takke, cüppe gibi İslami alametleri üzerlerinde taşıyanlar veya temsiliyet makamında olanlar;
Allah için, çirkin bir ses ile Kur’an okuyup da insanları Kur’an’dan soğutan adam gibi olmayalım.
Eğer hakkını veremeyecek isek o cüppeyi çıkarıp o sakalı keselim. Ya da hakkını vermek için elimizden geleni yapmaya çalışalım.
Mehmet Zülküf Yel
Mehmet Zülküf Yel