“Allah, iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır.” (Bakara Suresi 257)
Arapçada koyusuyla, karasıyla, zifirisiyle, alacasıyla karanlık anlamına gelen o kadar çok kelime bulunuyor ki, bu kadarına ne gerek varmış diye şaşırmamak zordur. Bir kaçını sayalım: zulmet, muzlim, zalam, ateme, kasif, kesf, dacin, keib, katim, mu’tim, ke’da, ğayheb, delhem, ğasek, izlihmam, aşve, sedef, damis, dücce…
Bunlarla beraber eziyet ve haksızlık anlamındaki zulmün sayısız çeşidi ve bunların ortaya çıkardığı haller için kullanılan ifadelerin hepsi karanlığın türevleridir; kölelik karanlığı, sömürü karanlığı, işgal karanlığı, soykırım karanlığı, diktatörlük karanlığı, zindan karanlığı, yolsuzluk karanlığı, kayırmacılık karanlığı, ırkçılık karanlığı gibi.
Tabi bir de nura karşı örtme, kilitleme, engelleme, yasaklama, çarpıtma gibi cürümlerle türetilip yayılan karanlıklar var. Bunlar zamanda, zeminde, zihinde ve zürriyette kendini belli ediyor. Şirk, inkar, dalalet, nifak, fısk, isyan, tuğyan, batıl ideolojiler, yalan, iftira ve ahlaki yozlaşmalar gibi.
Bazen de kişi karanlıkta olduğunu fark eder. Ancak karanlıktan kurtulmak için yanlış ışığı seçer, mor ötesi ışık, X ışını ve gama ışını gibi.
Kant’ın “aydınlanma nedir?” sorusuna verdiği ve vahiyden kopuk ve vahye muarız bir cüretle “aklın, sahibi tarafından özgürlüğü lehine kullanılması” biçiminde özetlenebilecek bir “ışık”la bugün batı otoritesinin kilisenin karanlığından nasıl kurtarıldığı(!) meydandadır.
Ve aynı ışıkla bu coğrafyayı aydınlatma projesinin de hikayesi malumdur.
Oysa iman ve nur arasındaki alakayı bilmeyenlerin, aydınlanmadan anladıkları şey şehvet, gadab ve hamakat ile tutuşmuş cehennem közünün ışığından başka nedir ki?
İşte tam da bu noktada “En Nur” olan Rabbimiz, zifiri karanlığa sürüklenen bir memleketi ilminin ve yakîninin nuruyla hakiki surette aydınlatmak için bir enbiya varisini takdir etmiştir: Bediüzzaman Said Nursi.
Serüveni bidayetinden nihayetine öyle Nur’a ayarlıdır ki, Müslümanların elinden ancak Kur’an’ı almakla onlara hakim olabileceklerini söyleyen İngiliz bakanının sözünü duyduğunda o müthiş ahdiyle adeta cenge atılır: “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim.”
O, kalplerdeki zulmete odaklanmıştır. Çünkü orası masiyet karanlıklarından kurtarılmadan alemin huzura kavuşması mümkün değildir.
Haliyle o bilmiş, anlamış ve ilan etmiş ki: "İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hadisatın tazyikatından kurtulabilir..."
Ve Kur’an’ın nuruyla kardeş olmuş, muzaffer olmuş, örnek olmuş, devlet olmuş, medeniyet olmuş, adalet olmuş, ilim, sanat, mimari, edebiyat olmuş, ruh vermiş, ümit vermiş, güven vermiş bir diyarı sekülerizm, laisizm, nihilizm, pozitivizm, şövenizm, ateizm ve materyalizm gibi kör edici, kanser edici, mankurtlaştırıcı dalgalarıyla sözde aydınlatmaya çalışanların asıl niyetlerini görmüş ve; “İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.” diye haykırmıştır.
Zulümatın lejyonerleri onu zindan, sürgün ve türlü türlü işkence ve suikast karanlıklarına attıkları halde velisi olan Cenabı Mevla, her defasında onun elinden, gönlünden, azminden, himmetinden ve ahdinden tutup yine nura çıkarmıştır.
Bediüzzaman, fiziki zulümden ziyade fikri zulme karşı mücadele vermiştir. Çünkü maddi eziyetler yani imtihanlar, rızık gibi, ecel gibi dünyevi yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. Önemli olan bu imtihanlara yüklenen anlam ve arkasındaki iradeyi fark etme azim ve çabasıdır.
Bediüzzaman, gerek kendi şahsına yapılan kötülüklere, gerekse o dönemdeki devasa soykırımlara karşı zalimlerin motivasyonuna hücum etmiştir.
“Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun.
Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder.
Hem nur, hem topuz, ikisini bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için, bütün kuvvetimle nura sarılmaya mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa olsun bakmamak lâzım geliyor. Amma maddî cihadın muktezası(gereği) ise, o vazife şimdilik bizde değildir. Evet, ehline göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek için topuz lâzımdır. Fakat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok.” (Lemalar)
Bu tavır, kaynağını, Siyer’de henüz müşriklerle savaşın emredilmediği Mekke dönemindeki işkenceye sabır ve davetle karşı koyma stratejisinden almış gibidir.
Belki de bu tercihi, hem hızla yıkılıp dağılmakta olan Osmanlı devlet yönetimiyle halkın ibadi ve ahlaki yönünü hem de batı ile İslam aleminin o günkü gücünü iyi teşhis etmesiyle alakalıdır.
Bediüzzaman’ın bilhassa iman ve kardeşlik arasındaki bağları ele aldığı yerlerde yaptığı tahlillere, özelde Filistin’de, genelde ise tüm mazlum ve mustazaf Müslüman beldelerdeki ahvalin sebep sonuç analizi denilebilir.
Sadece İhlas ve Uhuvvet Risalelerinde değil, bu eserlerden yaklaşık yirmi beş yıl önce Şam’da verdiği Hutbe-i Şamiye’sinde manifesto niteliğinde yaptığı tespitler ve öneriler bugün bile topyekün ümmet olarak küresel emperyalizm karşısında savrulduğumuz biçareliğe, parçacı çıkarcılığa pratik bir tedavi hükmündedir.
Hutuvat-ı Sitte’de o dönemde dünyayı avucunun içine alan İngiliz’in hile ve tuzaklarına, Hücumat-ı Sitte’de ise o zamanın bugünkünden daha aktif siyonistleri sayılabilecek mason uçların bu ülkedeki komplolarına dikkat çeker.
Bediüzzaman’a lütfedilen mevhibe-i ilahiyenin araçlık vasfının ağır basması, memleketi meşrebi, cemiyeti ve kanaati muhtelif bütün çevrelerin ruhi dinamizmini besler niteliktedir. Bununla beraber -yan etkileri görmezden gelinirse- bu aracı büyük ölçüde amaç edinenlerin Üstadı ve Risale-i Nurları tanıtma, yayma hizmetleri de görmezden gelinemez.
Bediüzzaman ismindeki “zaman” vurgusu, sanki Üstad’ın çilesini, yaşadığı zamanı gözardı ederek idrak etmenin sorunlu olacağını bildirir.
Ve hiç kuşkusuz iman, tevekkül, sabır, ihlas, imtihan, dua, hikmet, inayet, adalet, rahmet, kudret, sünnet, tevhid, ilim, istikamet, uhuvvet, nübüvvet, ahiret, teslimiyet, ümit, aidiyet, muhabbet gibi insanı dirilten, izzetlendiren, kuvvetlendiren, bereketlendiren, hareketlendiren, ferahlatan, teselli eden, irşad eden, ıslah eden, hür kılan, şecaatli kılan, dengeli kılan, şevkli kılan ne kadar manevi element varsa bütün bunlar için Risale-i Nur’lara başvurmak kârdır, kolaylıktır hatta elzemdir.
Bediüzzaman’ın açtığı pencereden Filistin’deki hadiseye bakan kimse, ye’se kapılmaz, karamsarlığa düşmez, öğrenilmiş çaresizliğe boyun eğmez.
Bediüzzaman Hazretlerinin zaviyesinden zalime ve zulme nazar eden kimse, görünüşe aldanmaz, fanide kaybolmaz, sarsılsa da kahrolmaz, yıkılsa da mahvolmaz, vücudu eğilir ama ruhu eğilmez.
Risale-i Nurların ışığıyla hayatın dağdağasına, keşmekeşine bakan kimse dünyayı asla esas gaye yapmayacağı için ölüme askerlikten bir terhis olarak, tezkere olarak bakar.
Üstadın Haşir Risalesini hüsnü kabulle, huşu ile ve tam bir hulus-i kalple okuyan kimse için ahiret öyle farazi bir öngörü değildir, öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmamaktan daha büyük bir ahmaklık, daha feci bir delilik, daha saçma bir aptallık olamaz. Haliyle tek derdi dünyada ne olursa olsun doyasıya, biteviye, dibine kadar yaşamak olanlar, Allah yolunda şehadeti anlayamazlar, malını ve canını Allah’a satmayı anlayamazlar, bir avuç mücahidin başta ABD olmak üzere tüm vahşi canavarlara karşı beş aydır nasıl mukavemet gösterdiklerini anlayamazlar.
Filistin’ler için empatiden söz edilecekse bunu en iyi yapacak olanlar savaşla, zindanla, şehadetle tanış olanlardır.
Osmanlıda yanlışlara itiraz ettiği için tutuklanıp yargılanmış, idamdan kıl payı azad olmuş, birinci cihan harbinde bizzat cephede savaşmış, yeğenini ve tüm talebelerini şehid vermiş, Ruslara esir olmuş, sonra ömrünün 36 senesi boyunca akıl almaz işkencelere uğratılmış, 22 defa suikastten kurtulmuş bir alimin o şartlarda yazdığı eserleri mütalaa ettikten sonra Şehid Şeyh Ahmed Yasin’i de aziz davasını kavramak daha bir başkadır.
Allah (celle celaluhu), O’ndan razı olsun. Şefaatini nasip eylesin.