Cenâb-ı Hak, Asr Sûresiʼnde şöyle buyurur:
“Asra (zamana) yemin ederim ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak îmân edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnâdır.” (Asr, 1-3)
"Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et." (İnşirah, 7)
Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur:
“İki nimet vardır ki, insanların çoğu onları değerlendirme hususunda aldanmıştır: Sağlık ve boş vakit.” (Buhârî, Rikâk, 1)
Bir başka hadiste Allah’ın Rasulu (sav) şöyle buyurmuştur: “Beş şey gelmeden önce, şu beş şeyin kıymetini bilin: İhtiyarlık gelmeden önce gençliğin, hastalıktan önce sağlığın, meşguliyetten önce boş vaktin, fakirlikten önce zenginliğin, ölmeden önce hayatın.” (Buharî, Rikak, 3)
Bir grup arkadaşımız ile beraber, ihtiyar bir zatı ziyarete gittik. Hem hafızası çok diri ve adeta canlı bir tarih abidesi gibi olan bu mübarek zatın tecrübelerinden istifade etmek ve hem de ihtiyar bir zatı ziyaret etmek sureti ile Allah’ın rahmetine nail olmayı umuyorduk.
Bu zatın her anlattığı hususu değerli bulup çok dikkatli bir şekilde dinliyorduk. Kaşımızda bir asırlık bir çınar ağacı vardı. Ta çocukluğundan başlayarak, hayatının bazı kesitlerini ve şahit olduğu hadiseleri anlattı. Bu tatlı ve son derece kıymetli bulduğum konuşmanın bir yerinde gruptaki kardeşlerimizden birisi şöyle sordu:
“Reşit Dede, sen yüz yaşını geçmiş bulunuyorsun, hayattan ne anladığını bize anlatır mısın? Şöyle geriye dönüp de ömrüne baktığın zaman bize neler söyleyeceksin?”
Hepimizi ilgilendiren bu soru hoşuma gitmişti ve bir asrı bir ömre sığdıran Reşit Dede’nin nasıl bir cevap vereceğini merak ediyordum.
Reşit Dede’nin verdiği cevap öyle üzerimde tesir bıraktı ki, üzerinden yıllar geçtiği halde hala o cevap beni etkiler ve ruhumu sarsar:
“Ne diyeyim evladım; dün bir, bu gün iki… Sanki her şeyi dün yaşamışım gibi…”
Zannedersem Reşit Dede, 100 yıl değil de bin yıl yaşasaydı yine de sorumuza aynı cevabı verecekti.
Evet, o koca asır sadece bir gün gibi telakki ediliyordu. Kısa bir süre sonra da Reşit Dede vefat etti. O koca çınara göre dünyada sadece bir günlük bir ömür yaşamıştı.
Şöyle her birimiz kendimize bakalım ve bu zat gibi hayatımızı gözden geçirelim. Ne kadar yaşadık ve hayattan ne anladık?
Daha dün çocuk idik; bu gün saçlarımız, sakallarımız ağardı. Eskiden babalarımızı ve dedelerimizi ölüme yakın görürdük. Yani ölüm ile aramızda bir veya iki nesil var zannederdik. Ama artık ölümü göğüsleyen nesil biziz. Ve her zamankinden daha fazla ölüme yakınız. Her geçen gün ölüme bir adım daha yaklaşıyoruz. Ölüm bize doğru, biz ölüme doğru yol alıyoruz. Ölüm bize yaklaştıkça hayat ve ölüm gerçeğinin hakikatini daha iyi anlıyoruz ve iliklerimize kadar bu gerçek ile yüzleşiyoruz. Ölüm gelip çattığında ise kıyametimiz kopmuş demektir. Dünyanın bütün şamatası ile devam etmesi artık bizi ilgilendirmiyor. Dünyadan geriye bize fayda sağlayacak olan, sadece sadaka-i cariye hükmüne geçen amellerdir. Hayat, evimizin önünden durmadan akan bir su gibidir. Bizim bu hayattan nasibimiz ise o sudan istifade ettiğimiz kadardır. Biz istifade edemedikten sonra ırmak bizim neyimize…
Kimisi o ırmağın sularından kovalarla alır, kimisi bakraç, kimisi tas, kimisi avuç ile…
Kimisi ise sadece bakar, seyreder ve ırmağın akması ona hiçbir fayda vermez.
İşte hayat ve zaman budur değerli dostlar, aziz mü’minler.
Bize bahşedilen nefesler sayılıdır ve hazine değerindedir. Verilen hiçbir nefes geri alınamaz ve zamanın bir saniyesi bile geri getirilemez. İmtihan yurdu olan bu dünyaya bir sefer geliriz ve ahiretimizi bu esnada inşa ederiz. Dolayısı ile hayat, baha biçilemeyecek bir hazinedir. Bu dünyada sahip olduğumuz en büyük nimetlerden birisidir. Bu hayatta ikamesi imkansız nimetlerden birisidir. Ömür ve zaman, aslında bir cennet sermayesidir. Zayi edenin aklına şaşılacak bir sermayedir. Bir daha ebediyen bu diyara ve bu ömre sahip olamayız. Ölüm ile bu dünyanın kapısı kapandığı zaman artık geri dönüş ve telafi imkânı yoktur. Heyhat ki hepimiz ne büyük bir gaflet içindeyiz. Bu hakikati hepimiz bildiğimiz halde unutuyoruz ve dünyaya dalıyoruz. Oysa her an ölümle yüzleşmesi mukadder olan ve ahiret sermayesi elinden alınabilecek olan bizim gibi aciz ve cahillerin hayatı boyunca alnını secdeden kaldırmaması lazım idi. Ama nerede???
Değerli dostlar, bütün bu anlatılanlar gösteriyor ki, zaman çok değerli ve kısadır; bunun mukabilinde vazifelerimiz çok ve biriktirmemiz gereken ahiret azığına son derece muhtacız. Yarın ecel gelip kapıyı çaldığında, fırsatlar kesinlikle tükendiğinde sadece küçük bir salih ameli işlemek için bile hayatımız boyunca biriktirdiğimiz bütün serveti vermeyi seve seve kabul ederdik.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, zamanın kıymetini ne güzel ifâde eder:
“Bir kişi doğduğu günden ihtiyarlayıp vefât ettiği güne kadar Allah rızâsını kazanma uğruna yüz üstü yerlerde sürünse (yani her türlü meşakkate katlanarak ibadet, tâat ve hizmetlere koştursa), kıyâmet günü bu yaptığını çok yetersiz görür (daha fazla yapmış olmayı ister).” (Ahmed, IV, 185; Beyhakî, Şuab, I, 479; Heysemî, I, 51; X, 225, 358)
O halde o nedamet günü gelmeden, zaman planlaması yapalım ve son nefesimizi vermeden evvel, zamanımızı en faydalı şekilde değerlendirmeye çalışalım.
Sahip olduğumuz kültür külliyatı ve inanç zemini, zaman kavramına ve zaman planlamasına özel bir ehemmiyet atfeder. Hem bireysel hem de toplumsal anlamda insanın yaşamını bir plan ve nizama bağlar. Hatta öyle ki bu zaman planlamasında boşluk yoktur. Boş zaman diye bir kavrama yer verilmemiştir. Bir işten boş kalındığı zaman başka bir işe yönelme konsepti sunulmuştur. Bu ise zaman planlamasının ve zamana verilen değerin zirvesini ifade eder.
"Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et." (İnşirah Suresi, 7)
Hani bireysel ve toplumsal ataleti meşrulaştırmak için kültürümüze ait olmayan bir kavram zihin dünyamıza işlenmiştir ki, bu kavram, zamanın ölümünü meşrulaştırmadır. Değerli bir zatın deyişi ile “boş zaman yoktur, boşa geçirilen zaman vardır.” Zamanın değerine atıfta bulunan nice ayet ve hadis var iken, bu inancın mensupları olarak bizler nasıl zaman öldüreceğimizin planlamasını yapıyoruz. İnsanoğlunun bir yandan uzun yaşama isteği söz konusu iken, öte taraftan ömrünü bir an evvel tüketen ve bereketsizleştiren zamanı boşa geçirme veya ölçüsüz uyku ile o sermayeyi heder etmeye çalışma ne yaman bir çelişkidir! Ahiret azığımız yetersiz iken, ömür sermayemizi tüketerek ölüme doğru koşmamızın mantıklı bir izahı var mıdır?
Şu Nebevi ikaza kulak verelim:
(Kıyamette, herkes ömrünü ve gençliğini nerede geçirdiğinden, malını nereden kazanıp nereye harcadığından ve ilmi ile amel edip etmediğinden sorguya çekilecektir.) [Tirmizi]
O halde bilelim ki, alıp verdiğimiz her nefesin, boşa geçirdiğimiz her bir zaman anının bir hesabı vardır. Bugün hoyratça tükettiğimiz nefesler, yarın birer hesap hanesi olarak karşımıza çıkar.
Peygamber efendimiz, “(Dünya ahiretin tarlasıdır) buyurmaktadır.” (Deylemi)
Biz tarlayı ekmek ve imar etmek için zamanımızı bir halı gibi ilmek ilmek dokumaz isek, müflis bir çiftçi gibi hasret ve nedamet içerisinde kaybedenlerden oluruz.
Zaman planlaması yapar isek hem ömrümüzün bereketlendiğini hem de işlerimizde gözle görülür başarı elde ettiğimizi görürüz. Zamanın azlığından ve işlerinin yetişmemesinden şikâyet eden birçok kişinin asıl sorunu zaman planlamasının olmamasıdır. Zaman planlaması olduğu zaman işe yaramaz gibi gelen küçük zaman birimlerinin bile parça parça nelere yaradığı görülecektir. Hatta bazen aynı zaman diliminde birden fazla iş yapılabilir ve bu işlerden her birisi için ayrı ayrı zaman harcanmamış olur. Örneğin, televizyonda haberleri takip eden kişi, yemek yeme işini bu vakte denk getirip ayrıca zaman harcamamış olur. Otobüste yolculuk yapan birisinin, aynı zamanda hem ayet ezberlemesi hem de yolculuk yapması veya yabancı dil kelime ezberlemesi gibi… Yine yolculuk esnasında zihnen planlama eyleminin yapılması veya tefekkür ibadetinin yapılması… Hiçbir şey yapılamaz ise bile en azından bir tefekkür ibadeti yapılabilir.
Tüm mü’minler, özelde ise İslam davetçileri, zaman planlamasına riayet etmelidirler. Bu durum her alanda vazgeçilmez bir alışkanlık haline getirilmelidir. Toplumun tüm bireylerine bu önemli husus aşılanmalıdır. Boş zaman diye bir şey olmadığı, aslında boşa geçirilen zaman olduğu gerçeği toplumsal belleğe kazınmalı ve toplumsal belleğin bir parçası haline getirilmelidir.
Zaman planlamasından bahsederken sürekli hatırladığım bir örnek ile sizleri baş başa bırakayım.
Fransa Kamu Yönetimi Okulu Profesörlerinden biri, Amerikalı büyük şirketlerin üst düzey yöneticilerine etkili zaman yönetimi konusunda ders vermesi için davet edildi. Elit yöneticiler sıralarında oturmuş, ünlü profesörün ağzından düşecek her kelimeyi yazmak için bekliyordu.
Yaşlı profesör yavaşça her yöneticinin tek tek gözlerine baktı ve nihayet “bir deney yapacağız” dedi. Masanın altından bir kavanoz çıkardı. Kavanozun içine, yine masanın altından çıkardığı tenis topu büyüklüğündeki taşları dikkatli biçimde koymaya başladı. Kavanoz ağzına kadar dolup da daha fazla taş alamayınca, “Kavanoz doldu mu?” diye sordu. Salondaki herkes birlikte bağırdı: “Evet!” “Sahi mi?” diye karşılık verdi profesör. Masanın altından biraz çakıl taşı çıkardı. Kavanozu önce sallayıp daha sonra içine çakıl taşlarını koydu. Kavanozu tekrar salladı. Böylece küçük taşlar büyük taşların arasında kendilerine yer buldular. Ve aynı soruyu bir kez daha sordu: “Kavanoz şimdi doldu mu?” Yöneticiler, profesörün ne yapmak istediğini yavaş yavaş anlamaya başlamışlardı. İçlerinden biri “Herhalde hayır!” diye cevapladı bu soruyu. “Güzel!” dedi profesör ve masanın altından bu defa biraz kum çıkardı. Kumu kavanoza boşaltmaya başladı. Kumlar büyük taşlarla çakıl taşları arasındaki boşlukların hepsini doldurdu. Sorusunu bir defa daha sordu: “Kavanoz doldu mu?” Yöneticiler hep bir ağızdan “Hayır!” diye bağırdı. Bir defa daha “Güzel!” dedi ve masanın altından bir bardak kahve çıkardı ve kavanoza ağzına kadar kahve doldurdu. Kavanozun artık tamamen kahve ile dolduğu söylenebilirdi.
Profesör salona dönüp sordu:
“Bu deneyden çıkarmamız gereken ders nedir?” Bir yönetici elini kaldırdı ve çıkardığı dersi özetledi: “Programınız ne kadar dolu olursa olsun, gerçekten gayret ederseniz, o programa birkaç toplantı ve görev daha ilave edebilirsiniz.” “Hayır” dedi profesör. “Bu deneyin bize öğrettiği şey şu: Eğer büyük taşları önce koymazsanız, bir daha asla koyamazsınız.” Salona bir sessizlik çöktü. Tüm yöneticiler profesörün sözleriyle ne anlatmak istediğini tam olarak anlamışlardı. Sonra konuşmasına devam etti. “Sizin hayatınızdaki ‘büyük taşlar’ ne? Sağlığınız? Aileniz? Arkadaşlarınız? Hedefleriniz? Sevdiğiniz şeyleri yapmak? Kendinize zaman ayırmak?
Hayatımızda yer alması gereken büyük taşların ne olduğunu unutmamalıyız. Eğer böyle yapmazsak, hayatımızı diğer önemsiz şeylerle uğraşarak kaçırmış olacağız. Eğer küçük şeylere öncelik verirsek, (çakıl, kum), hayatımız önemsiz şeylerle dolup geçecek, bizim için daha önemli olan şeylere az zaman kalacak veya hiç zaman kalmayacak. Bu nedenle, kendi kendinize şu soruyu sormayı hiçbir zaman unutmayın, “Senin hayatının büyük taşları ne?” Bunu belirledikten sonra hayat kavanozunuza önce onları koyduğunuzdan emin olun! Ve unutmayın, kavanoz ne kadar dolu olursa olsun her zaman bir bardak kahveye yer vardır…
Selam ve dua ile.
Mehmet Zülküf Yel
Mehmet Zülküf Yel