Teknoloji ve iletişim imkânları artıkça bilgiye ulaşma çok daha kolaylaşıyor. Bu durum insanın daha bağımsız ve etkileşimsiz düşünebilme ve karar verme kabiliyetini mi büyütüyor yoksa bu kabiliyeti o oranda zincirleniyor mu?
İnsanın yaratılış kodlarında bir hiyerarşi hep var olagelmiştir. En ilkel kabilelerde bile bu hiyerarşi hayat bulmuştur. Ailede, kabilede, dairede, sitede, işte… En az iki inanın yaşadığı bir yerde bir karar verme mekanizması kaçınılmaz olarak oluşur. Bir pikniğe bile gidildiğinde bir bakmışsınız ki, karar verme ve liderlik kabiliyeti olanlar kendiliğinden öne çıkmış ve grubu sürüklüyorlar. Tabi hamaratlar yemekte, tembeller eğlenmede, asabiler eleştirme ve kulis ile meşgul olurlar. Dolayısıyla çeşitlilik de olmazsa olmazdır, insanın ve yaratılış gayesinin önemli parçasıdır. Yani hiyerarşisi oluşturulmamış sosyal grup ve topluluklarda zaten var olan yönetme/yönetilme iç mekanizması kendiliğinden ortaya çıkar. Bu ilişkide, topluluğun bir arada kalma süresine bağlı olarak kaideler belirginleşir, artar, kalınlaşır; müeyyideleri oluşturulur, tartışılır, geliştirilir ve yönetme erkini elde etmek için yarışılır ya da en üst yönetim kaide ve kural koyar ve yürütmekle mükellef temsilci belirler. Temsilcilik için de ayrı ve ciddi mücadele verilir.
Hatta karınca, arı ve bazı kuş türleri başta olmak üzere hayvanlarda bile bu hiyerarşi değişmez kalıplarla hep vardır ve olmazsa olmazıdır. ‘Kraliçe arı’, ‘muhafız maymunlar’, ‘işçi karıncalar’, ‘savaşçı aslanlar’ gibi…
İnsanlık, tarihiyle birlikte bu hiyerarşide çeşitli yönetme modelleri ortaya koymuştur. Yönetme modelleri coğrafyadan coğrafyaya, inançtan inanca, topluluktan topluluğa çeşitlilik göstermiştir. Oligarşi, teokrasi, monarşi dediğimiz krallık ve padişahlığın yanında zenginlerin, dindarların, elitlerin (soyluların) veya yargıçların yönettiği yönetim biçimleri oluşmuştur.
Belki tarihte bunların içinde farklı olanı, peygamberin vefatından sonra sahabenin alelacele hayata geçirdiği ve biatın zorunlu değil gönüllülük esasına dayandığı halifeliktir ki, sonradan bu model ve kurum henüz tam olgunlaşmamışken, iktidar kavgaları nedeniyle ilk halinden de uzaklaştırılarak dejenere edilmiş ve geliştirilememiştir. Oysa iktidar kavgaları yerine bu model geliştirilebilseydi belki de bugün insanlık bambaşka bir yerde olurdu.
İnsanoğlu yönetme ve yönetilme modeline muhtaçtır, evet. Ama tarih istisnaları ile birlikte bize şunu göstermiştir ki gücü eline geçiren sermayeyi de ele geçirmiş ve zer-zor ilişkisi kitleleri ezmiş, haklarını gasp etmiş ve köleleştirmiştir. Yani güç-adalet dengesi istisnalar hariç oluşturulamamıştır. Tarihin birçok kesitinde mazlum ve köle halklar direnmiş ve kıyam etmişlerse de başarıya ulaşanlar yine istisnai orandadırlar. Zira yönetme erkini yıkmak öyle sanıldığı gibi kolay değildir. Velev ki kitleler ayağa kalkmış ve harekete geçmiş olsun. Bir zorbanın başka bir zorbayı alaşağı etmesi hariç en büyük ve en kalın harfli tarihler, yönetim biçimlerinin yıkılıp yerine halka dayalı yenisinin getirildiği tarihlerdir. Zira çok zordur ve istisnadırlar.
Yönetenlerin yönetilenleri yönlendirme kabiliyeti insanlığın gelişimine zıt olarak gerilemesi gerekirken tersine tarih çizgisinde gittikçe artan bir ivme göstermiştir. Yönetim erkinin askeri, ekonomik, politik ve psikolojik imkânı sosyolojiyi manipüle etmede, yol ve yön tayin etmede, algı oluşturmada her devirde çok belirleyici olmuştur. Bu güç, satın alma, korkutma, riya, iftira ve şeytanlaştırma şeklinde hayat bulur. Dolayısıyla kitleler haklılıklarını kanıtlamada ve seslerini duyurmada çok az mücehhezdirler. İmkân ve kabiliyetleri birebir ilişkiler ile yürür ki bu ilişkiyi dağıtmak muktedirler için çok zor olmamıştır. Bu durum günümüz sözde gelişmiş en modern yönetimler için de böyledir. Örneğin Fransa’da son yıllarda hak talep etmede tüm ülkede sokağı kesintisiz kullanacak kadar etkin olan “Sarı Yelekliler” hareketi, isteklerini kabul ettirme noktasında bir arpa boyu yol almamıştır. Fransa yönetimi kendi putunu yemiş ve sokağın bu sesine gözünü ve kulağını kapatmıştır. Belki sokağı kullanma haklarının olması açısından cezbedici bir model olarak görünüyorsa da bu kadar etkin bir halk hareketinin hiçbir hak elde etmemiş olması da diktatörleri aratmayacak seviyede olmuştur. Demokrasi, basit bir illüzyon oyunu oynamıştır burada. “Talep etme hakkı” ile “elde etme” duygusunu bastırmak.
Hilafetin kaldırılmasında da benzer bir sürece tanıklık etmekteyiz. Ümmetin hilafete bağlılığının boyutuna rağmen; yabancılara karşı savaşma ve cihad ruhunu bu makamdan alarak gavuru memleketinden kovduktan sonra kaptırılan yönetim erkinin oluşturduğu cebir, korku, iftira ve şeytanlaştırma yöntemler sonuç getirmiş, halk sinmiş ve tarihinden koparılmıştır.
Günümüzde kitle iletişim araçlarının akıl almaz bir hızla ilerlemesi ile birlikte her türlü bilgiye ulaşmak çok kolay olmuştur. Buna istinaden sanılır ki artık muktedirler önemli bir silahını kaybetmiş ve halkı istedikleri gibi manipüle kabiliyetlerini yitirmişlerdir. Bu kesinlikle büyük bir yanılgıdır. Aksine dünün sokağı belirleyen enstrümanları, düzensiz dağınık ve hantal iken bugünün iletişim araçları çok daha senkronize çalıştırılabilen bir hüviyete kavuşturulmuşlardır. Kişinin ulaştığını zannettiği bilgi hem sanal hem yalandır aslında. Burada da açık bir illüzyon söz konusudur. Kırk kişi günde kırk defa kırk gün birine deli derse kişi de deli olduğuna inanır. İşte bu “kırk katır-kırk satır” yöntemi bugün sokağı bu kadar kolay yönetebiliyor.
Bizi asıl yanıltan şey ise bazen zahiri muktedirlerin arkasındaki görünmeyen iradedir. Onların iradesi ipini tuttukları yönetimler ile çelişince ortaya bizi yanıltan bir görüntü çıkabiliyor. Ve o uzak diyarlardaki gerçek muktedirler sokağı ellerinde tuttukları iletişim- etkileşim araçlarıyla yönetebiliyorlar. Sermaye ve silah sahibi olmaları belirleyici rol oynar. Günümüzde bu mekanizma kurduğu BM gibi uluslararası teşkilatlar ile dünyayı dizayn eden belirleyici bir güç haline gelmiştir. Ve neredeyse çok az kısmı hariç dünyanın tamamına direk veya dolaylı hükmedebiliyor, oluşturdukları uluslararası ticaret paradigması da bu sistemi biçimlendirmede belirleyici rol oynuyor.
Bu çarkın bir dişlisi olmayı reddettiğiniz an, dişinizi kırmak için tereddüt etmezler. Bu nedenle bugünün ‘imparatorlarını’, ‘krallarını’, ‘zalimlerini’, ‘hainlerini’, hele ‘demokratlarını’ yıkmak çok daha zordur. Bu saikle bu sisteme direnen ülkeler hangi inanç ve milletten olurlarsa olsunlar çok kıymetlidirler, olmalılar. Bu modernleşmiş ve küreselleşmiş ‘şebeke’ asrımızda halklara yön tayin etmede bütün bilimsel gelişmelerin yanında sosyoloji, psikoloji ve siyaset ilmini de olabildiğince etkin kullanıyor. Yani bilim de ilim de halkların köleleştirilmesi için kullanılıyor. “İnsanları kandırmak, kandırılmış olduklarına inandırmaktan çok daha kolaydır. (Mark Twain)”. Bu sözden de anlaşılacağı üzere ve görüldüğü gibi bugünün direnişçilerinin, devrimcilerinin, ıslahatçılarının ve maslahatçılarının işi düne kıyasla çok ama çok daha zordur. Her türlü bilgiye ulaşmanın kolaylığına rağmen.
Dünün muktedirleri silikleştirdikleri veya köleleştirdikleri halkı yönetim becerilerinin olmadığına, bu işin çok zor ve ancak seçkinlerin işi olduğuna inandırmışlardı. Bugün ise halkı, yönetimin pis ve çirkin bir iş olduğuna, ‘iyilerin, ‘temizlerin’, ‘dindarların’ bu pis işe bulaşmaması gerektiğine inandırmışlar. Türkiye’de merhum Erbakan Hoca bu zinciri “siyaseti önemsemeyen Müslümanları, Müslümanları önemsemeyen siyasetçiler yönetir” diyerek kırmaya çalışmıştır.
Yönetim alanını “iyilere”, “dindarlara” daraltarak daha rahat ve konforlu bir ceberut yönetimi icra etme imkânı elde ettiler. Mazlum ve mustazaflar da bir şekilde buna inandırıldılar. Hatta bu inanmışlıkta bizatihi halkın inancını ve kimi kanaat önderlerinin bağlamından koparılmış sözlerini de etkin bir şekilde kullandılar. Bu durumda, film boyunca katili bulmaya çalışan başrolün son sahnede, cinayetin işlendiği uçurumun kenarındayken yol(rol) arkadaşının katil olduğunun ortaya çıkması gibi ikinci cinayetin kurbanı olursunuz ve film biter.
Şu kesin bir kaide ki insanoğlunun varlığı ile birlikte yönetme zorunluluğu ve yönetim kavgaları ortaya çıkmıştır. Şu da kesin bir hükümdür ki halkın huzuru, refahı, mutluluğu ve adaletle yönetilmesi için adil bir yönetim mekanizması yetmez; dürüst bir yönetici topluluğunun da olması gerekir. Bu temel amaca hizmet etmek ilahi bir buyruktur da aynı zamanda biz Müslümanlar için. Aksi halde adalet ve refah tesis edilemez. Bu nedenle toplumun arifleri, abidleri, salihleri, alimleri, bilginleri ve temiz yüreklileri bütün imkanlarını ve kabiliyetlerini bu en ulvi amaç için senkronize etmeliler. Ehven olan iktidarları bozuk-çürük aksamları için öfke ile bir kalemde çizip daha çürük bir yapıya zemin hazırlamak yerine, onların çürüğünü-çarığını da düzeltme çabası içerisinde olmalılar.
İyilerin yönetme talebi, büyük bir arzu ve heyecana kavuşmadığı sürece kötülerin sopası ile terbiye olmak kaçınılmaz olacaktır.
Mehmet Gülsever
Mehmet Gülsever