Yaşadığımız âlemde her şey çok mükemmel ve yerli yerindedir. Bu mükemmeliyet, yaratıcının bilgi ve kudretini göstermesiyle beraber, O’nun bu yaratmaktan çok önemli bir maksat güttüğüne de işaret eder. Yani hiç bir şey anlamsız değildir ve boşuna yaratılmamıştır. Her şeyi yaşadığı çevre ile uyumlu ve anlamlı kılan muazzam bir hesap ve denge mevcuttur. Bundan daha önemlisi ise, her şeyin insanı ilgilendiren bir tarafının olduğu gerçeğidir. Yaratılmış her şey, şu veya bu şekilde insanı ilgilendirir; onun hayatına bakar, ona hizmet eder. Bütün varlık, insanın emrine amade bir şekilde yaratılmıştır. Yer, gök, ay, güneş, dağlar, denizler her şey insan içindir. “O Allah ki; yeryüzündeki şeylerin hepsini sizin için yarattı…” (Bakara, 29)
Bilginler, filozoflar yaratılışın ve maksadının ne olduğu konusuna kafa yormuşlardır. Kimim ben? Nereden geliyorum? Nereye gidiyorum? Tabiatın anlamı nedir? Bu sorular hiç kimsenin yok sayamayacağı, görmezlikten gelemeyeceği önemli sorulardır. Sokrates’in “sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez” sözüyle ifade ettiği hakikat asırlarca insanları etkilemiş; hayatlarını sorgulamalarına neden olmuştur.
Bu soruları kendi kendine sormuş düşünürlerden biri de ünlü Rus yazar ve düşünürü ‘Leo Tolstoy’dur. Tolstoy bir yazar olarak mesleğinin zirvesindeydi. 50 yaşını çoktan geçmişti. Mal mülk, para, şöhret ve hepsinden önemlisi mutlu bir aile hayatı vardı. Tüm bunların ortasında kaçınılmaz soru gelip onu da buldu: “Hayatımın anlamı nedir? Bugün yaptığım, yarın yapacağım şeyin sonucu ne olacak, bütün hayıtımın sonu ne olacak?” Ünlü yazar bu soruya tutarlı ve anlamlı bir cevap vermek için tam otuz yılını harcamıştır. İnsanı, inkâr ve ateizmin kör kuyusuna düşüren şey, varlığın üzerindeki mükemmeliyeti okuyamamasıdır.
Ateizm, bir tür bakar -körlüktür. Varlığı amaçsız görmek, onun mükemmeliyetini ve güzelliğini de inkar etmek demektir. Çünkü amaçsız ve hedefsiz bir şeye güzeldir denilemez. Zira bu bir çelişkidir. Yüce bir yaratıcıyı inkâr olayı, çelişkiler yumağı olmanın ötesinde koyu bir karanlıktır. Yaratanı, O’nun yaratmadaki maksadını anlamadan yaşamak büyük bir talihsizlik ve tarif edilmez bir acıdır aynı zamanda. Gerçekten iman olmasaydı, hayat anlamı bilinemez bir bulmaca olur.
“İmandır o cevher ki, ilâhi ne büyüktür
İmansız olan paslı yürek, sinede yüktür”.
( Mehmet Akif Ersoy)
Kur’an-ı Kerim, evrenin boşuna yaratılmadığını ve oranın en değerli sakini konumundaki insanın da dünyaya gönderiliş maksadını açıkça ifade eder: “Biz göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık.” (Sad, 27)
‘Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım’ (Zariyat, 56)
İnsanın kendi yaratılış maksadını unutmaması, varlığın en değerlisi olarak kulluk görevini hayatının mihveri yapması gerektiği konusundaki ayetlerin tefsirini, yerinde bazı temsillerle Celaleddin-i Rumî’den dinleyelim:
‘Dünyada unutulmaması gereken bir şey var. Her şeyi unutsan da onu unutmasan korku yok. Ama her şeyi yerine getirsen, hatırlasan, unutmasan da O’nu unutursan hiçbir şey yapmamış olursun.
‘Gerçekten de biz, emaneti göklere ve yeryüzüne ve dağlara arz ettik. Derken onlar, onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular ve onu insana yükledik; şüphe yok ki o, çok zalim oldu, çok bilgisiz bir hale geldi.’
Bir bak da gör, göklerden aklı şaşırtan ne işler meydana gelmede. Taşları lâl, yakut yapıyor; dağları altın, gümüş madeni haline getiriyor. Otları, yeryüzünü coşturuyor, diriltiyor, ölümsüz cennete çeviriyor.
Yeryüzü de tohumları benimsiyor, meyveler veriyor, ayıpları örtüyor; şaşılacak şeyler meydana getiriyor. Bütün bunları yapıyorlar ama onlardan o bir tek iş meydana gelmiyor da o tek işi insan başarıyor. ‘And olsun ki ademoğullarını ululadık’ dedi, göğü, yeri ululadık demedi. Şu halde insanın elinden bir iş geliyor ki ne göklerin elinden geliyor o iş, ne dağların. O işi de gördü mü, onda ne zalimlik kalıyor, ne de cahillik.
Ama sen, o işi görmüyorsan bunca iş görüyorum ya dersin; fakat seni öbür işler için yaratmadılar ki. Bu şuna benzer: Padişahların hazinelerinde bulunabilen değer biçilmez bir Hint kılıcını tutmuş, kokmuş öküz etine satır olarak kullanıyorsun, sonra da boşu boşuna bırakmadım ya, böyle bir işte kullanıyorum diyorsun. Yahut zerresiyle yüzlerce tencere alınabilecek bir altın tencereyi getirmişsin, içinde şalgam pişiriyorsun. Yahut da mücevherlerle bezenmiş bir bıçağı kırık bir kabağa mıh yapmışsın da diyorsun ki: İş görüyorum, kabağı ona asıyorum, şu bıçağı öylece bırakmıyorum ya.
Acınacak, gülünecek işler değil de nedir bunlar? O kabak, bir pul değerindeki bir tahta, yahut demir çiviye de asılabilirken yüz dinarlık bıçağı bu işe kullanmak akıl kârı mıdır?
Hz. Mevlana, insanın sahip kılındığı çok değerli hayatını, amacı dışındaki işlerde tüketmesi konusuna da şu çarpıcı örnekle dikkat çeker ve uyarıda bulunur:
‘Bir avcı yukarıda uçan kuşun yere akseden gölgesine ok atıyordu. Sonra okluğu bomboş kaldı. O gölgenin aslının nerde olduğundan haberi yok!
Ömrünün okluğu boşaldı. Ömür gitti; gölge avı peşinde tükendi, yandı kül oldu. Kafanı kaldır da şu gölgelerin asıllarını bir gör a akıllı!
Senin canının içinde bir can var, o canı ara! Dağının içinde bir hazine var, o hazineyi bul!
Bilgisizlerin sohbetini taşa çal! Çengelini uyanık bilginlerin eteğine tak! Değersizlerle bir an bile vakit geçirme! Çünkü ayna suda kalırsa paslanır.’ (Divan)
Doğan bembeyaz ve eşsiz olsa da fare avlıyorsa o; hor ve hakirdir. Fakat baykuş da olsa, padişaha meyli varsa o, yüce bir doğandır, görünüşe bakma. İnsanın boyu bir hamur teknesi boyundadır ama o, gökyüzünden de üstündür. (Mesnevi, VI/136–139)
“Senin şu yiyip içmekten, şu yatıp uyumaktan başka bir gıdan daha var. ‘Rabbime konuk olurum, o beni doyurur, suvarır’ denmiştir ya. Bu dünyada o gıdayı unutmuşsun da şu gıdaya dalıp gitmişsin; gece gündüz bedeni beslemektesin. Sonucu şu beden, atındır senin; bu dünya da o atın ahırı. Atın gıdası, ata binene gıda olmaz: onun da kendine göre gizli bir uykusu, gizli bir gıdası, gizli bir beslenmesi var. Ama sana hayvanlık üst olmuş da atın başucunda, atların ahırında kalakalmışsın.
‘Değer bakımından iki dünyadan da üstünsün; fakat neyleyeyim ki değerini sen bilmiyorsun.
Kendini ucuz satma; çünkü değerin pek fazladır senin.’
Ey kerem sahibi dinleyiciler; bu dünya bir ağaca benzer. Biz de onun üstünde tam olgunlaşmamış meyveler gibiyiz. Ham meyveler ağacın dallarına daha iyi yapışmışlardır. Oradan kolay kolay kopmazlar. Çünkü ham meyve, saraya ve köşke layık değildir.
Ancak meyve olgunlaşıp tatlılaşınca ve görenlerin hoşuna gidince, dalları gevşek tutarlar, hemen düşüverirler. O saadet ve ikbalden adamın ağzı tatlanınca, insana dünya mülkü soğuk gelir.
Dünya dalına sıkı sıkı sarılmak ve bir şeyde taassup göstermek hamlıktır. (Mesnevî)
Hakikat ehli, dünya ve onun faniliğini, insanın sahip olduğu ömrü nasıl değerlendirmesi gerektiği ve bu konuda hata yapmanın feci sonuçlarını, hikmetli sözler, şiirler ve mesellerle anlatmışlardır. İşte o mesellerden, temsili kıssalardan biri:
‘Balıkçı bir adam, sabahın erken saatlerinde deniz kenarında oturuyorken gözü kıyıdaki bir torbaya ilişir. Torbanın içi taş doludur. Elini torbanın içine sokarak bir taş alır ve o taşı denize fırlatır. Taşın, suyun üzerinde çıkardığı ses adamın hoşuna gider. Tekrar ikinci bir taş alır ve onu da denize fırlatır. Bu şekilde taşları teker teker denize atar. Bu arada güneşin ışığı yavaş yavaş çevreyi aydınlatmaya başlamıştır. Adamın elindeki taş dolu torba da yavaş yavaş belli olmaya başlar. Artık torbanın içinde sadece bir iki taş kalmıştır. Sabahın alaca karanlığı dağılınca, adam torbanın içine bakar, bir de ne görsün içindeki taşlar elmas taşlarıymış. Meğerse denize fırlattığı tüm taşlar elmasmış. Çok pişman bir şekilde şöyle demeye başlar: Vay aklıma! Eğer bu taşların elmas olduğunu bilseydim sadece sesi kulağıma hoş geldi diye onları hiç denize fırlatır mıydım?’ Ne var ki, iş işten geçmiştir.
İnsanın şu kısacık dünya hayatındaki aldanışını anlatan bu kıssadaki dersler şöyle özetlenebilir:
1) O balıkçı insandır, yani biziz.
2) Aralıklarla denize fırlatılan elmaslar ömrümüzdür.
3) Denizin üzerinde taşın çıkarmış olduğu ses, yok olmaya mahkum dünya süsü ve şehvetleridir.
4) Gecenin karanlığı ise gaflettir (dünya hayatına dalmak).
5) Güneşin doğuşu ise geri dönüşü olmayan ölümün ta kendisidir.
Konumuzu büyük alim ve mutasavvıf İmam-ı Gazzali’nin söyledikleriyle noktalayalım:
‘Hayatımdan başka sermayem yok! Hayatım yok olunca sermayem yok olmuş demektir. O zaman hem ticaretten, hem de kâr talep etmekten ümidimi kesmiş olurum. Cenab-ı Hak bugün de bana yaşama hakkını verdi. Ecelimi bir gün daha geciktirmiş. Eğer beni öldürseydi, dünyaya beni bir tek gün geri gönderip de o günde salih amel işleyeyim diye dilekte bulunacaktım.
O halde ey nefsim! Hesap et ki, sen dün ölmüşsün ve sonra dünyaya geri gönderilmişsin. Sakın sakın bugünü zayi etme! Zira nefeslerin her biri paha biçilmez bir cevherdir.’ (Gazzali / İhya)