Tartışma ya da eski dil ile münazara, bir mevzu üzerinde değişik fikirlerin sunumuyla başlayan, tüm fikirlerin mantık süzgecinden geçirildiği, tezler ve antitezler ile tahkim edilerek ilerleyen ya da gelişen düşünce buluşmasıdır. Münazaralar sözlü bir şekilde yapılır. Yazıya aktarılması durumunda “Reddiye” geleneği oluşur. İslam medeniyetinde Münazara ve Reddiye kültürü büyük bir yer işgal eder.
Ancak günümüz insanlarınca münazara ilmi; kin ve adavete sebebiyet verecek şekilde, bilinçli veya bilinçsizce, hırs ve öfkeyi canlı tutarak toplumu her geçen gün daha da ayrıştırmaktadır. Her ilmin bir usulü vardır. Münazara ilminin de bir usulü adabı vardır. Nitekim uzun yıllar boyunca Osmanlı medreselerinde “Adabu'l Bahs ve'l-Münazara” dersi verilmekteydi. Bizleri bugün bu konuyu irdelemeye sevk eden şey toplumda yediden yetmişe herkesin öfke damarının kabarmasıyla ve asabiyet duygularıyla hareket etmeleridir.
Aslında münazaralar usulüne göre yapıldığında insanlar için çok faydalı olur. Farklı fikirlerin farklı pencerelerden görülüp değerlendirilmesi insanların ufuklarını açar, düşüncelerini genişletir, tahkik mekanizmalarını güçlendirir ve bir meselenin birden fazla doğru cevabının olduğunu gösterir. Ve daha nice faideler hasıl olur. Münazaranın hedefi istişare yani fikir alışverişidir. Amaç, doğruyu ortaya koymaktır.
Fakat toplum bugün bu ilmi usulünce kullanmadığından birçok zarara sebebiyet vermektedir. Örneğin usulünce icra edilmeyen tartışmalar hasede yol açar. Tartışan, karşısındakinin ilmine kıskançlık duyar, onu çekemez. Bu da kin ve nefretin oluşmasına neden olur. Ayrıca bu tarz faydasız tartışmalar kişinin kendini büyük görmesine ve kibre kapılmasına sebep olur. Nitekim Hz. Peygamber; (sallallahu aleyhi vesellem) “Yüce Allah kibirleneni alçaltır, tevazu edeni yükseltir.” (İbn Hanbel, III, 76) diye buyurmaktadır.
Münazaralarda yenilen taraf ömür boyu unutamayacağı bir kine kapılabilir. Oysaki mümin kinci olamaz. Kişi bazen muhatabının yenilerek kötü duruma düşmesine sevinir. Hâlbuki sâlih kimse, kendisinin değil, karşı tarafın haklı çıkmasını ister. Kişi münazarada galip gelirse, kendini övmekten kurtaramaz. (Şu delilleri getirerek onu susturdum) diye kendini över. Oysaki Yüce Allah “Elbette Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez.” (Lokman, 18) buyurmaktadır.
Gereksiz tartışmalarda kişi karşısındakinin gizli kusurlarını araştırmaktan kendini alamaz. Nerede ne demiş diye araştırır. Hâlbuki Yüce Allah, başkalarının kusurlarını araştırmayı yasaklamıştır. Kişi karşı tarafın sözlerini başkalarına anlatır. (O şöyle dedi, ben şöyle cevap verdim.) diyerek kendini gıybetten kurtaramaz. Her ne kadar sözleri doğru olarak nakletse bile, maksadı onun acizliğini göstermek olduğu için bu sözleri gıybet olur.
Kişi başkalarının gözüne, gönlüne girebilmek için bazen demagojiye sapar. Halka yaranmak için dille sevgi gösterip, kalben bir mümine buğz eder. Bu yalan bir sevgidir yani riyadır. Faydasız münazaralarda kişiler hakkı kabul etmeyebilirler. Bu ise çok çirkin bir şeydir. “Yüce Allah’ın en sevmediği kimse, hakkı kabul etmemek için inat gösterendir.” (Buhari)
Ve daha nice nice zarar örneği verilebilir. Ancak zararlar silsilesini uzatmak yerine bu ilmin usulünden bahsetmek daha faydalı olacaktır.
Münazaralarda temel hedef hakikate ulaşmaktır. Bunu gerçekleştirebilmek için “heva ve hevesini ilah edinen” (Casiye, 23) anlayıştan kaçınıp iyi niyet, samimiyet, insaf ve teenni ile hareket etmek, doğrunun ve gerçeğin izini sürmek gerekir. Abdullah İbn Mes’ud (radiyallahu anh) diyor ki: “Kim dinine ikram etmek isterse, heva sahipleriyle tartışmasın!” (Darimi, Mukaddime 29)
Bu itibarla, ön yargılı ve ideolojik değil, tahkik ruhuna dayalı, istifade amaçlı okuma ve düşünme yöntemi benimsenmelidir. Çünkü tartışma esnasında, aklî ve naklî açık delillerle ortaya konulan hakikat karşısında demagoji yapıp başka konulara girerek hedef saptırmak aczin ifadesidir. Bu anlamda mükâbere yapmamak gerekir. Mükâbere, doğruyu ortaya çıkarmak için değil, tartıştığı kimseyi susturmak için ilmî bir mesele hakkında yapılan münakaşaya denir. Bu ise insanın, egosunun isteklerine uymasından başka bir şey değildir.
İmam Şafii’nin dikkate aldığı şu münazara edebi son derece önemlidir: “Ben biriyle münazara ettiğimde hep şöyle demişimdir: Allah’ım, hakkı onun kalbinde göster ve dilinde söylet. Şayet hak benimle beraber ise o bana tabi olsun, hak onunla beraber ise ben ona tabi olayım!”
Ayrıca belirtilmelidir ki, dini konuları kendine özgü terimlerle tartışmak, son derece önem arz eder. Esasen bu durum “bilgili ve bilinçli” olmanın gereğidir. Zira dinin, ehliyet ve liyakat isteyen ciddiyeti, kendine has dili, terminolojisi, usulü, tarihi ve literatürü vardır. Din dili’nin ciddiye alınmaması hâlinde Müslüman toplumu rahatsız eden “ihtilaf-ı mezmum” kaçınılmazdır. İhtilaf-ı mezmum; toplumun birlik ve beraberliğini sarsacak nitelikteki bölünme ve parçalanmadır. Bununla birlikte “ihtilaf-ı memduh” diye nitelenen furu-i dindeki ihtilaflar ve içtihat farkları ise İslam dünyasının inkişafı için birer rahmet vesilesidir.
Muhataba kötü duygu besleyip onu yok sayma düşüncesi, tefrika üretir, ötekileştirir ve sosyal dokuyu bozar. Uhut ve Huneyn’de Hz. Peygamber’i (sallallahu aleyhi vesellem) koruyup gözeten cengâver sahabi Ebu Dücane’nin (radiyallahu anh) en çok güvendiği iki ameli-ahlaki hasletten birisinin, kendini ilgilendirmeyen söze karışmamak, diğerinin ise kalbinde Müslümanlara karşı asla kötü bir duygu beslememek olduğunu belirtmesi, bu açıdan önemli bir uyarıdır. Yani muhataba kötü duygu beslememek bir münazara usulî erkanıdır.
Bir diğer husus; tahkir, tel’in ve tekfir gibi olumsuz tutum ve davranışlardan sakınmak gerekir. Açıktır ki bu ve benzeri olumsuz tutum ve davranışlardan sakınılmaması hâlinde muhatap incitilmiş ve dairenin dışına itilip hakikatle buluşmasının önüne büyük bir engel konulmuş olur. Nitekim Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur; “Müslüman kardeşini aşağılaması kişiye kötülük olarak yeter!” (Müslim, Birr 32), “Mümin; yeren, çekiştiren, lanetleyen, kaba sözlü ve ağzı bozuk kimse olamaz.” (Tirmizi, Birr 48).
Konuşmayı kısa tutup muhataba söz hakkı vermek, ona verilen değerin göstergesi sayılır. Sözü aşırı derecede uzatıp muhataba konuşma fırsatı tanımamak, her iki taraf için psikolojik gerginlik, bıkkınlık ve yorgunluk meydana getirir. Ayrıca kısır tartışmalardan da kaçınmak gerekir. Özellikle öfkeli ve ateşli tartışma ortamında yöneltilen eleştiri okları karşısında verilen tepkiler, her şeye rağmen nezaket ölçüleri içinde olmalıdır. Hilm anlamında akıllılık, böyle bir durumda ortaya çıkar. Hilm kelimesi, aslında cehlin zıddı olup bedevilik ve acelecilikten uzak, ağırbaşlı, görgülü, medeni ve asil duruşu ifade eder. Mütevazı bir konuşma üslubu, her hâlükârda muhatabın ruh dünyasını etkiler ve gergin ortamı yumuşatır. Sosyo-psikolojik bozukluğun bir belirtisi olarak kendini beğenmek ve büyüklenmek ise kişinin kin ve öfkesini artırır. “Kendini beğenmek aklın ve kalbin afetidir.” der Hz. Ali.
Muhatabın önemseyip hassas olduğu bir konuda onu kışkırtıp öfkeye sevk edebilecek bir söylemden uzak durmak, yani onun bam teline basmamak gerekir. Çünkü bu durum, didişip haddi aşmaya götürdüğü gibi, hizipçilik ve mezhepçiliği körükler. Bu sebeple geçmişte Müslümanlar arasında yaşanan üzücü vakaları insafla değerlendirmek, işin mahiyetini ve neticesini Yüce Allah’a havale etmek, ibret nazarıyla bakıp tekrarlanmaması için tedbir almak gerekir.
Bazen delil yetersizliği sebebiyle bir konunun çözülemediği görülür. Bu durumda pek çok âlimin bir yöntem olarak tevakkufu benimsediği görülür. Tevakkuf, konunun ilelebet belirsiz veya çözümsüz kalması demek değildir. Tevakkuf, müşkil bir meselede tercihi zorunlu kılan sebepler ve deliller olmadıkça hemen sonuca varma yerine, başka delil ve karine aramak, bulunmaması hâlinde de durmak, beklemek ve kesin görüş beyan etmemek, onun anlaşılmasını ve yorumlanmasını erteleyip zamana bırakmak demektir. “Eğer bilmiyorsanız ilim (zikir ve fikir) erbabına sorun.” (Nahl, 43) ayeti gereğince bilmediğini bir bilene sorup öğrenmek, bir Kur’an ahlakıdır. “Bilmiyorum” diyerek bilmediğini itiraf etmek, bir fazilettir.
Bu anlamda bir kavram ayrıştırması yapmak gerekir. Usulünce yapılan fikir mülahazalarına münazara, usulsüzce yapılan fikir mülahazalarına ise tartışma demek en doğrusu olur. Ancak günümüzde insanlar münazara adabından uzaklaşmış fütursuzca tartışmalar içerisine girmiş bulunmaktadır. Bu ise üzücü bir durumdur. Millî Eğitim Bakanlığının önümüzde ki yıllarda seçmeli ders olarak ortaokullarda “Görgü Kuralları” dersini, liselerde ise “Adabımuaşeret” dersini müfredata koymaları önemli bir gelişmedir. Fakat “Eğitim anne karnında başlar.” kaidesi gereğince bu dersler toplumun tamamını ilgilendiren derslerdir.