Bir beşer olarak Peygamber Efendimiz (sav), hepimiz gibi insanî vasıflara sahip iken, Cibrail vasıtasıyla Allah’ın son vahyine mazhar olduğundan, son nebi ve resuldür. Allah’ın hitabına Miraç’ta bizatihi şahitlik eden bu Peygamber, elbette ki vahiyle desteklendi. Ama her seferinde beşerilik vasfını hatırlatmayı da ihmal etmedi. Öyle ki; karşısında korku ve heyacanla karışık bir duygu ile titreyen şahsı; “Ben ancak Kureyşli kuru et yiyen bir kadının oğluyum.” diyerek sakinleştirdi.
Bu girizgâh ile birlikte şunu da belirtmeliz ki; Peygamber Efendimiz (sav), kesinlikle herhangi biri değildi. Cebrail ile muhattap olması ve bilmediğimiz âlemleri Allah’ın izni ile müşahede etmesinden dolayı, diğer insanlara nazaran farklılık arz ederdi.
Kendisine talebelik eden Ashabı da bu yönünü çok iyi biliyor ve Ona karşı olan tutumlarında, bu bilgiye göre hareket ediyorlardı. Bir uygulamasına karşı fikir yürüteceklerse son derece saygılı ifadeler kullanıyorlardı: “Ey Peygamber! Bu yaptığın, Allah’tan gelen bir emir midir, yoksa bir tedbir olarak kendi icraatın mıdır?” diyerek sözlerine başlıyorlardı. Bazen Peygamber (sav) bir müjde verdiğinde, normal insanların havsalalarının kabul edemeyeceği bu haberlere “Duyduk ve itaat ettik!” şeklinde yaklaşıyorlardı.
İsterseniz bu müjdelerden ikisini hatırlayıp Ashabın belirttiğimiz çerçevedeki tavrını birlikte irdeleyelim. Bilindiği üzere Habbab bin Eret, Mekke’de davetin başlamasını müteakkip Müslüman olmuştu. O toplumda demircilik yapıyordu. Aynı zamanda köle konumundaydı. İslam’ı tercih etmesinin bedelini ağır ödeyenlerdendi. Çoğu zaman çalıştığı dükkânda kullandığı körükteki ateş ile dağlanarak, işkenceye uğratılıyordu.
Yine bu şekilde işkence gördüğü bir gün, Resulullah’ın yanına gelerek, serzeniş içeren bir ses tonu ile “Çektiğimiz bunca işkence için artık bizlere dua etmeyecek misin?” diye bir soru sormuştu. Aslında soru çok önemliydi. Bunun farkında olan Peygamber, yaslandığı Kâbe’nin duvarından doğrularak oturdu ve siması değişik bir hal aldı: “Sizden önceki ümmetler arasında öyle kimseler vardı ki, demir taraklarla bütün derileri ve etleri kemiklerinden ayrılırdı da bu, onları dinlerinden döndürmezdi. Fakat siz sabretmiyorsunuz. Allah elbette bu işi (İslam) tamamlayacak ve üstün kılacaktır. Hatta bir süvari San’a’dan Hadramevt’e kadar tek başına gidecek ve Allah’ın korkusundan başka bir korkuya kapılmayacaktır.” dedi.
Aslında Habbab b. Eret’in, normal bir beşer aklı ile bu iyimserlik karşısında şunları söylemesi gerekirdi: “Ya Muhammed! Gördüğün gibi bana işkence yapılmış. Sayımız kırk civarında ve arkadaşlarımın çoğu benim gibi işkence görüyorlar. Hal bu iken bizlere şunu mu demek istiyorsun? Yemen’in başkenti San’a’dan, yine bu ülkenin güneyinde bulanan Hadramevt’e kadar İslam hakim olacak, öyle mi? Gerçekten bu olabilecek bir iş midir? Buna inanmamızı beklemiyorsun herhalde.”
Ancak sahabe nesli, hiç bir zaman yalan söylemeyen o Aziz Peygamber’i çok iyi tanıdıklarından, normal beşer aklı ile hareket etmiyor ve bu tür müjdeler karşısında; “Duyduk ve ittat ettik!” edası ile mükabelede bulunuyorlardı. Onun için muhtemel olarak alelade olan insanların vereceği tepkiyi, Habbab b. Eret vermiyordu.
Hendek Savaşı’ında da yukarıdakine benzer bir müjde vardır. Bilindiği üzere bu savaş Peygamber ve Ashabı için bir varlık-yokluk savaşı idi. Çünkü müşrik, Yahudi ve paralı askerlerden oluşan on bin kişilik bir ordu, Ebu Süfyan’ın komutasında kendilerine doğru ilerliyordu. Selman-ı Farisî’nin tavsiyesi ve Aziz Peygamber’in emri üzere Ashap, Medine önlerinde bir hendek kazdı. Ama o kadar zor durumda kalmışlardı ki, abdeste dahi sırayla gidiyorlardı.
Hendek kazma işinde, başta Aziz Peygamber olmak üzere, gücü yeten sahabelerin hemen hepsi çalışıyorlardı. Kadınlar Medine’de evlerinin damında nöbet tutuyorlardı. Bizzat Peygamber tarafından denetlenen hendeğin zayıf yerleri tespit ediliyor ve tedbirler buna göre alınıyordu. Hendek, bir atın atlayamayacağı şekilde kazılıyordu. Genişlik ve derinliği buna göre ayarlanıyordu. Gelen ordu hendeği aşacak olursa, üç bin kişilik sahabe topluluğunun kılıçlardan geçirilmesi söz konusuydu. Bu nedenle gece gündüz hendek kazımı devam ediyordu.
Fakat bir sorun ile karşılaşıldı. Hendekte büyük bir kaya parçası peyda oldu. Sahabe, kayayı kırmaya çalıştı; ancak nafile, kaya kırılmıyordu. Çaresiz bir şekilde Peygamber’e müracaat ettiler. Üç darbede kayayı parçalayan Hz. Peygamber, her bir darbeyi vururken bir yerin fetih müjdesini verdi:
1- Bizans
2- İran
3- Yemen
Kendi zamanlarının iki süper, bir de önemli devletin sahip oldukları toprakların fethedileceği müjdesini alan sahabe, hendeğin Medine tarafında sırayla abdeste gittikleri halde, aralarından biri çıkıp da; “Ya Resulullah, gördüğün üzere bizler açlıktan kırılıyoruz. Daha önce gördük ki hendekte çalışırken bizatihi şahsınız, karnına açlıktan taş bağlamış. Beni Kurayza Yahudilerinden de pek emin değiliz. Her an ihanet haberlerini alabiliriz. Onlar da bizlerin aleyhine karşı tarafın oluşturduğu ittifaka dâhil olurlarsa halimiz nice olur? Hâlihazırda burada bulunan üç bin kişinin düşman kılıçlarından kurtulup kurtulmayacağı belli değilken, Sen bizlere üç süper gücün; Bizans, İran ve Yemen’in fetih müjdesini mi veriyorsun? Bu olacak iş midir?”
Yukarıda da belirtildiği üzere normal beşer aklı bu cümleleri sarf ederdi. Ama dediğimiz gibi Ashab, Aziz Peygamber’e bir beşer gibi baktığı halde, Allah’tan aldığı vahiy nazarı ile yaklaşırdı.
Nitekim İslam tarihinde yukarıdaki örneklere benzer başka bilgiler de mevcuttur. Kısacası Ashap, Allah’ın vahiy ile bildirdiği bir durum ile karşılaştıklarında, hiçbir fikir öne sürmeden kabul ediyorlardı. Ama bir beşer veya komutan olarak Resulullah’ın tedbiren uyguladığı bir husus varsa ortada, o zaman kendi fikirlerini söylüyor ve Peygamber’in onlarla yaptığı istişare neticesinde yeni kararlara varılabiliyordu. Fakat bu bilgi, Allah’tan elçisine gelen özel bir haber ise yine ayete yaklaştıkları gibi “Duyduk ve itaat ettik!” diyerek teslimiyet içerisinde tavır belirlerliyorlardı.
Mehmet Emin Özmen
Mehmet Emin Özmen