Sıra numaram dijital ekrana yansır yansımaz, Psikiyatri doktorunun kapısından içeri girdim. Biraz acelem vardı. Tedavi işimi erken halledip okula geri dönecektim.
Selam verdim, selamım havada kaldı. Azıcık dişimi sıkar gibi oldum. Doktorun beni görmesini, şikâyetimi sormasını bekledim. Yazmakta olduğu reçeteyi bitirince başını kaldırıp baktı. Sağ eliyle oturmamı ve bir dakika kadar beklememi işaret etti. Diğer eliyle tuşlara basıp telefon ahizesini kulak hizasına kaldırdı. İçinde bolca s-k-f-x gibi harflerinin geçtiği latince sözcükler telaffuz etti. Karşı tarafın konuşmalarını “Hı hı.., hı hı..”larla onayladı, “Pek, tamam!” ile bitirdi.
Önüne yeni bir kâğıt çekti ve sordu:
“Evet, şikâyetiniz nedir?”
“Öncelikle kolay gelsin hocam, sıkıntım şu; dişlerimi sıkıyorum istemsiz.”
“Nasıl?”
“Gece uyurken yahut gündüz çalışırken birbirine kenetleniyor dişlerim. Bir bakıyorum kaskatı kesilmiş çenem.”
“Ne zamandan beri oluyor bu?”
Öyle bir soruydu ki doktorun sorduğu, cevabını bulmak için durup düşünmek zorunda kaldım biraz. Doğrusu, çocukluğuma kadar uzanıyordu problemin sebebi. Mesela yatılı okulun birinci sınıfına başladığım ilk gün, Türkçe bilmediğim için avuç içine ikişer sopa yemiştim. Canım çok yanmıştı fakat ruhum canımdan daha fazla acımıştı. Elimden hiçbir şey gelmediği için ilk kez o gün sıkmıştım dişimi. Çok üzüldüğüm vakitler, aşırı üşüdüğüm zamanlar tekrar etti bu tepkim. Namazdan dolayı etüt saatlerine geç kalmanın cezaları, başkasının suçundan ötürü yenilen sıra dayakları, saç-sakal bahanesiyle hakarete uğramalar... O güne kadar karşılaştığım bütün haksızlıklara karşı sıkmıştım dişlerimi.
Büyümeyle beraber bireysel sorunlar yerine toplumsal sıkıntıları dert ettim kendime. İnançsal yasaklar, keyfi muameleler, darbeci yaklaşımlar, siyasi söylemler, küresel zulümler daha çok sıktırdı dişlerimi. Hâl böyleydi esasında. Ancak şimdi hepsini anlatmanın sırası değildi. Hem de hiç. Ara ara nüksettiği için son kısmı baz alarak cevaplayacaktım. Zaten Doktor Bey’in sabrı taşmak üzereydi. Tekrar uyardı beni.
“Evet..? Yaklaşık bir zaman dilimi söylemeniz yeterli. Gününe saatine kadar düşünmenize gerek yok! Sırada başka hastalar bekliyor.”
“On-on beş gün kadar oluyor hocam. Çene kemiğim ve başım sürekli ağrır oldu.”
“Ne iş yapıyorsunuz?”
“Öğretmenlik yapıyorum.”
Tamam! Teşhisi koydum, der gibi havalı bir gülücük yerleştirdi dudağının kenarına. “Normaldir hocam, dönem bitiyor. Sınav sonuçları, not işlemleri, evraklar... Dönem sonu iş ve işlemleri strese sebep olur. Yoğun strese, heyecana, üzüntüye maruz kalan bireylerde diş sıkma sorunu sık görülür. Meslektaşlarınız çok geliyor bu aralar.”
“Hocam uzun yıllardır görev yapıyorum. Saydığınız iş ve işlemlere alışığım. Okulla ilgili değil sıkıntım.”
Azarlar gibi sordu. “Peki, nedir o halde? Söyle, biz de bilelim.”
“Sanırım gündemdeki konulardan dolayı oluyor.”
“Ah, nasıl düşünemedim! Tabi ya, zam oranları..! Valla haklısınız hocam. Öğretmenlerin maaşları çok düşük. Bizim de iyi değil. Özel hastaneye geçsem iki kat fazlasını alırım ya kendime eziyet ediyorum işte. Ne yapalım, seçime kadar biraz daha sık dişini.”
Uzatmak istemedim. Çünkü gündemimiz farklıydı. Sustum, reçeteyi yazmasını bekledim.
Doktor Bey hâlime acımış olmalı ki ayakta tedavi yerine bir günlük rapor yazmıştı. Okula gitmeyecektim.
Raporu İlçe Milli Eğitimin ilgili birimine teslim etmek üzere kuruma gittim. Yarısına kadar dolu iki çay bardağı masanın kenarına itilmiş, şeker kırıntıları düzensiz evrakın arasına kadar yayılmıştı. Çay lekelerine, şeker kırıntılarına sinekler dadanmıştı. Dağınıklığın arkasında kalan memur efendi sağa sola laf yetiştirmekle meşguldü. Ona uzattım kâğıdı. Dönüp çıkacaktım. Fakat oraya da açıklama yapmamı gerektiren benzer sorular geldi.
“Hayrola hocam, geçmiş olsun! Neyiniz var?”
“Önemli bir şey değil. Ayakta tedavi olacaktım, Doktor Bey rapor yazdı.”
“Doktorlar kolay kolay rapor yazmaz hocam. Hele dönem biterken!”
Geçiştirme çabam işe yaramadı. Detaylı sorular sordu memur efendi. Madem öyle, anlatacaktım derdimi. Sonra, üstüne vazife olmadığı halde kurcaladığı sıkıntının sebebini bir de kendisine soracaktım. Bakalım ne diyecek çokbilmiş efendi!
Doktora söylediklerimi aynen tekrar ettim. Gözlerini kısarak dikkatlice dinledi. Son cümleyi dilimin ucunda bıraktı. Çözmüştü konuyu galiba. İçinden teşhisi koyduğunu belli etme adına kafasını salladı birkaç kez. Sonra başını kaldırıp vardığı sonucu benimle paylaştı. Bakın ne dedi:
“Kesin yeni bakanın omuzlarınıza yüklediği yükten dolayı olmuştur hocam. Ne o öyle eski köye yeni adet? Yok sınavları değiştir, yok dilimizin zenginliği ile ilgili proje hazırla, yok sınıf tekrarı kuralını geri getir, yok bilmem ne... Bırakın diş sıktırmayı, kalbi bile sıkıştırır bunca yoğunluk! Sürekli yeni iş ve işlemler sürece dâhil ediliyor fakat işlevsiz kalan hiçbir kural listeden çıkartılmıyor. Hiç olur mu böyle?”
Söylediklerinde haklıydı memur efendi. Fakat onunla da aynı değildi gündemimiz. “Doğru söylediniz.” deyip çıktım.
Gün içinde kime uğrasam kendi ilgi alanına göre teşhis koydu.
Kimisi, “Ah hocam ah! Emekli maaşlarına yapılacak zam oranları sadece sizi değil hepimizi üzüyor. Dişinizi sıkmanız gayet normal. İnan dişimizle birlikte kemerleri de sıkıyoruz biz.”
Kimisi, “Araplar yine bizi arkadan vurdu. Milli Marşımıza, bayrağımıza tahammül edemedi bedeviler. Ülkemizde yaşayan bütün Suriyeliler derhal geri gönderilmeli.”
Kimisi, “Hocam ya, gördünüz değil mi? Hakemler takımımızı doğradılar yine! Diş sıkmak ne demek, göz göre göre hakkımızı gasp edenlere kurşun sıkmak gerek!”
İşte böyle cümleler sarf etti dertleştiğim kişiler. Dişimi biraz daha sıktım. Anladım ki toplum böyle duyarsız kaldıkça doktorun verdiği hiçbir ilaç fayda etmeyecek.
Neden dişilerimi sıktığıma gelince, konuşmama fırsat vermeden kendi görüşünü peş peşe sıralayan insanlara anlatma fırsatı bulmadığım için siz okuyuculara anlatayım. Efendim, Gazze halkına karşı uygulanan insanlık dışı muamele karşısında eli kolu bağlı bir şekilde beklemekten nüksetti kronik rahatsızlığım. Suskunluğumuzun cüssesi acının büyüklüğüyle eşdeğer boyutta. Her iki durumun yakıcı ateşi arasında kavruluyoruz kendi yağımızda. Orduları hareket ettirecek liderlerin el-ayakları ulus, ırk, çıkar, mevki-makam ipleriyle sıkı sıkıya bağlanmış. Halkın doğrudan cepheye gitmesini engelleyen devlet sınırları var. Koca ümmeti küçük devletlere belki de yutulabilecek lokmalara bölen tel örgülü, kalın ve yüksek duvarlı sınırlar.
Kendi kardeşlerinin çizdiği sınırların içine hapsolan mazlumların boğulmasını çaresizce izlerken diş ve yumruk sıkmaktan harap olduk. Bu derdimizin devası yok ki tabiplerde. Vurdumduymazlık içinde daha ne kadar sessiz kalacağız? “Ya şerefli bir yaşam, ya izzetli bir ölüm.” şiarı “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.” fikrine evrildi. Bir avuç siyonistin iki milyara yakın Müslüman’ı kendi sınırları içine mahkûm etmesine tanıklık etmekten kahrolduk.
Bu zillet daha ne kadar devam eder bilmiyorum. Zulme karşı adım atılmadıkça gündemim(iz) değişmeyecek. Her yeni görüntü, her yeni haber tekrar tekrar dişimizi de canımızı da sıkmayı sürdürecek.