Çöl bedevileri için vaha neyse, şehrin bağrındaki park da odur benim için! Koca çınarların gölgesinde soluklanıp, fıskiyenin püskürttüğü suyun huzur veren sesini dinlemek için uğradığım bir yerdir burası. Sarı Mehmet’in demli çayının hakkını da teslim etmeli tabii! Sırf onun için bile gelinir yani!
Samimi dostların sıcaklığını yansıtır ahşap oturaklar. Eski model bir radyo var havuzun kenarında. Frekans mili her zaman aynı yerde durur ve en güzel halk türküleri oradan yayılır etrafa, usulca.
İmparatorlukları aşıp gelen tarihi duvar kalıntılarının kendine çağıran güçlü bir gizemi var. Pers, Roma, Bizans, Osmanlı… Hepsini yanı başınızda hissedersiniz. Karşı duvarın yorgun yüzünde yan yana duruyorlar. Buradayken, dışarıdaki insan seli unutulur. Kulak tırmalayan sesler kesilir. Duyuları ve duyguları bölük pörçük eden sihirli dünya az ötede kalır. Zaman aktıkça hafızanın yerinden oynamış taşları yerine oturur, kendinden geçen insan kendine gelir. Daha pek çok sebep sayabilirim ya, bu kadarı kâfi.
Zaten tenha bir köşeydi tercih ettiğim yer. Herhangi biriyle muhabbete girmek değil derdim. Bilakis, kişilerden uzaklaşıp çevreyle hemhal olmaya çalışırım geldikçe. Yeteri kadar sakinlik oluştuğu vakitlerde yamalı duvarlar, aşınmış döşemeler, yaşlı ağaçlar dile gelir; her biri farklı hikâyelerden bahsedip gözün görmediği sırları ele verirler.
Park sınırı dâhilinde kalan kimi çınarların ömrü, yüzyılları aşkındır. Sabır akar dallarından kalbime. Mevsimler gizlidir duruşlarında. Renkli dünyalar arz ederler görebilene. Masalsı düşler ile tarihi dokunun esrarı eşlik eder bize. Ruh halimiz… sessizliğin lisanıyla hasbihal ederiz karşılıklı. Kelama sığmayacak manaları bakışlarımızla aktarırız birbirimize! Onlar bana geçmişi, ben onlara geleceği anlatırım. Ara sıra, sokak aralarından koşturup gelen özgür meltemlerle keşfedilmemiş toprakların kokusunu alırız beraberce. Cismimiz şehrin hantal bağrında kalırken ruhlarımız el ele vererek, o el değmemiş tenha yerlere konuk olur. Hayali bozacak aykırı bir ses duyulmadıkça huzura yelken açar gönül. Bazen öyle uzun sürer ki dalıp gitmeler, “Beyefendi… İyi misiniz?” diye ikazda bulunur birileri.
Neyse, geçtim yine her zamanki yerime. Bugün farklı bir manzara vardı köşemde. Benden önce gelip oturmuştu yaşlı bir nine. Sağ elinde bastonu, sol elinde sararmış geniş bir yaprak... Öne doğru iki büklüm olmuş, yaprağı göz hizasında evirip çeviriyordu ağır ağır. Muhabbet açmak için gördüğüm şeyi merak eder gibi sordum:
"Hayrola ninem, neye bakıyorsun öyle?"
Başını göğe doğru kaldırdı, engin maviliğin içinde bir şeyler aradı gözleri. Dik durmaktan aciz boynu büküldükçe, ufuklara doğru süzüldü bakışları. Verecek cevabı hazırdı. Yorgun bir edayla zoraki bir tebessüm bahşettikten sonra ekledi:
"Ömrüme bakıyorum evladım, ömrüme!"
Uzun, upuzun bir ömrü kısacık bir cümleye sığdırdı nine. Ne diyeceğimi bilemedim. Hatta afalladım. Başladığı gibi bitti konuşmamız. Lakin cümlesi yaprağa, yaprak ağaca, ağaç uzun bir masala dönüştü hafızamda. Bir ona baktım, bir çınara baktım bir de elindeki yaprağa. Hangisi daha çok sırra vakıftı? Onlar büyürken neler eksilmişti dünyadan? Kaç mutlu ana, kaç devr-i âleme tanık olmuşlardı? Çınar mı daha çok yaprak dökmüştü, nine mi daha çok dost kaybetmişti? Merakım giderek artarken ninenin tüm geçmişini görür gibi oldum olağan bir şekilde. Sanki beraber yaşamış iki dost gibi yakın ve tanıdık hissettim.
Herhangi bir yoldan geçerken nasıl ki manzara sürekli değişiyorsa, yılları geriye sardıkça aynen öyle bir his ile evrelerden geçip farklı duygulara büründüm. Onunla beraber daha kaç tanıdığın hayatı canlandı gözümde, sayamadım. Bir şekilde hepsinin nineyle bağlantısı vardı. Hafızam bana oyun oynuyordu sanki.
Az daha dalıp gitsem, ninenin bilinçaltındaki gömülü suratlarla çınarın gövdesindeki kayıtlı seneler ete kemiğe bürünecekti. Fakat yaprakların hışırtısıyla dağıldı büyülü hava. Hangi dağdan çıkıp geldiği belli olmayan hırçın rüzgâr, ağaçları şiddetle sallamaya başladı. Toz toprakla alabora oldu nesneler. O dakikadan sonra giderek arttı rüzgârın hızı.
Nine, hâlâ elindeki yaprağa bakıyordu. Ağır hareketlerle tekrar altını-üstünü inceledi. Beklediği an gelmiş gibi havaya kaldırıp yele verdi. Yaprak birkaç metre uçtuktan sonra toprak yola düştü ve sürüklenerek gözden kayboldu.
O an yüreğimizden bir şeyler koptu acıyla. Birkaç yaprak daha döküldü önümüze. Sonra kalktı ve yürüdü meçhule doğru. Artık ne konuşmaya gücü vardı ne de yürümeye. Vedalaşamadık bile.
O gitti ben kaldım. Tıpkı az ötemdeki çınarlar gibi... Düşecekti belki de az ötelerde. Kolundan tutup yardım edemeyecektim. Sırlarıyla, serüvenleriyle koca bir ömür daha kopacaktı hayattan. İlk kez burada hüzne tanıklık etmekten müteessir, çayı içmeden kaldım öylece!
inzar
inzar