İlk sözümüz direnişin destanını, sanatın zirvesinde insanca bir hayatla yazan Gazze direnişini selamlamak olsun. Selam olsun Gazze direnişine! Sonraki cümlemiz ise, “direniş” kavramını ağızlarına pelesenk yapan seküler yapıların, marjinal grupların ve anarşist sloganlıların sessizliğindeki utanç verici çelişkiyi dikkatlere sunmak olsun. “Direnişi”; sadece, seçkin kapitalistlere karşı, sıradan halk yığınlarından, proleterden yükselen “ekmek” sesi olarak algılayan bu kesimin, dünyanın bütün kapitalist sistemlerinin ağababalarına karşı inancın ayakta tuttuğu direnişin en âlâsına karşı içine girdikleri iğrenç sessizliklerini neye yormamız lazım? Coğrafyamızı esir almış korkaklıklar, gönüllü uşaklıklar ve bu aşağılık sessizlik üstüne de kesinlikle kafa yormamız lazım.
İnancın direnişinin boyutunu artık herkes görüyor. Öyle bir direniş ki, ütopik ideolojiler bile karşısında çaresiz kalıyor. Sonra yine öyle bir direniş ki, çelişkileri insanın gözünün içine sokuyor. Kapitalizmi yaşatan solcu popülizmi, kapitalizmin meyveleri ile beslenen solcu yaşantıyı, yani aynı hayat tarzı, aynı kavramlar, aynı inançlara sahip olan sahte zıtlığı. “Direniş”, kendi aralarında oynadıkları bir oyun olmuşken, birden ve tekrar, gerçek direnişin destanını yazmaya başladı inanç. Hem de aç ve etrafı duvarlarla örülmüş bir sahil kenarında açıkta iken. Görüyorlar, sırf direniyorlar diye sırtlarına yüklenen kıtlığı. Demek ki ekmeksiz de olabilirmiş direniş ama Allah’sız asla olamaz, çünkü her şey sadece Allah'ın rızası içindir.
Biz de artık sanatla yaratılmış ama bir türlü dirilmemiş tüm duygularımızı uyandıralım ve gözlerimizi güzelliğe açalım. Kant: “Güzellik, sonsuzun sonlu olarak kendini göstermesidir” der. Çünkü insan sonludur ve sonsuzluğun sınırlarını anlayacak kapasitede değildir. Çünkü “O, güzeldir ve güzeli sever” (Müslim, Îmân, 147) Çünkü sanatın zirvesi sözü güzel söylemektir (Kur’an). Çünkü tüm güzel kavramlar (isimler), (Esmaül Hüsna) onu bize tanıtır.
Sanat; insanın en insan hallerinden biridir. Çünkü sanat esnasında, varlığın halis ruhu meydana sürülür, En Yüce’ye dair hayalleri, ete ve kana bürünür ve olanın ötesine geçerek insan diye görünür. İnsan olduktan sonra da, sanat, insanın, asli ana vatanına duyduğu özlemini, acılarının çığlıklarını, umutlarının hasretini, yalnızlığının, çaresizliğinin iniltilerini yansıtır. Sanatla, ezilmişlerin gözyaşları yağmur olur ve direnişlerinin naraları yankılanır dünyada.
Belki de sanatta insani sınırların çizgisini en iyi belirginleştiren çizgi, insanın acziyetinin tonunu en belirgin kılan fon, sanattaki yaratıcılık meselesidir. Kullanılan kavramlar yardımıyla, karambole getirilip empoze edilmek istenenin aksine, sanatçı asla bir yaratıcı olamaz. Tüm aksi yönde çabalara rağmen, yansıtıcı olmanın ötesine geçemez. Sanat dışında insanın tanrılaşma temayülüne haddini bu denli bildiren ve bunu belirgin eden başka bir alan yoktur. Yaratıcı tektir ve yaratmak ancak ona mahsustur. Geri kalan mahluktur ve mahluk olan yaratıcı olamaz. Ancak mahlukat aleminin sınırları içinde olan kadar düşünebilir. Naif bir şekilde, “eksik ve kusurlusun, öyle ise haddini bil ey insan, aczini bil, fakirliğini bil!” der sanat.
İnsanın tanımı “sanat yapan canlıdır” şeklinde de yapılabilir ama yaptığı sanatla aynı anda, inşa ve ihya eder kendini ve kendinden ötekini. İnsan, sanatın öyle bir müptelasıdır ki, yiyeceğini bile yemeden önce rengarenk süsler (sanata dönüştürerek beslenir). Çünkü sanat, gözlerinin perdelerini çeker, duygularını inceltir, vurgular bedeni aşar ve ruha seslenir, hayat o zaman da lezzetlenir, kalp maddenin ötesini sezinlenir. Böyle olunca elbette mesajlar çok daha güçlü ve derinden vurmaya başlar ve toplumlar en köklü şekilde sanatla dizayn edilir.
Koca bir maalesef ile beraber, sosyoloji, siyaset ve sanat arasındaki bu derin ilişkinin erkenden farkına varan sömürgeci barbarlar, kapitalist vahşiler ve soğuk zihinli materyalistler, insanlığın gerçek güzelliğin ve estetiğin yüzüne doğru bakmasını engellemek için, kara yüzlerini gizleyecek sanata benzer sahte renkler süründüler ve maskeler kullandılar. Onu kültürel emperyalizmlerinin yöntemine dönüştürdüler. Böylece toplumları değiştirdiler. Zengin uygarlığı tekleştirdiler. Zulmü, dünyanın büyülenmiş gözlerinin önünde oynanan simülasyon hayatlarla gizleyip, görünen kısımlarını yalanlarla güzelleştirdiler.
Ama artık maskeler düştü. “Gerçek” çırılçıplak ortada. Çünkü “gerçek insanlar”, sanatkar bir direniş ile düşürdüler o maskeleri. Ve insanlığa aynen “direniş”; kavramının kökeninde bulunduğu gibi; “dirilik”, “canlılık”, “yaşam” kazandırdılar. Direnişin dirilttiği insanlık ruhu, sanatın etki alanı ile ne kadar paralelmiş meğer.
Varlığın yaratılış sanatının muazzamlığı karşısında elbette lal olmuş şair ruhlar vardır. Ama varlığının farkında olmadan, rutinin akıntısına kapılan bütün hayatların veya hayattan parçaların oranı da azımsanmayacak boyuttadır. Hatta yaşarken diri olmayan veya en azından derin bir şekilde uyuyan, bu insanların sayısının, insanlığın genelini kapsadığını söylemek abartıya kaçmış olmak olmayacaktır sanki. Bunları diriltmek sanatkar bir direniş ile mümkün. Çünkü alışkanlık, onları, günlük sesleri işitmez yapmış, gözlerini yoğun bir sis tabakası ile kapatmış, onları, içlerindeki derin mezarlara gömmüş, dipsiz kuyulara atmıştır. Orada yerçekimsiz, karanlık bir boşluğun içinde debelenip duruyorlar. Onun için güçlü vurgular, sağlam bağlar ve kopmak bilmez bir ip lazım. Ki uykularının en derin noktasına kadar insin. Ruhlarının en kılcal damarlarını bile titretsin, vicdan, merhamet, umut ve gayret pınarları ile beraber fışkırsın bedenlerinin üstüne. Uyansın, artık gözlerini açsın ve dirilsin üstünde yürüdüğü yeryüzünde. Sonrası, hep diri kalabilmek için, direnmenin sanatının talebesi olmaktır zaten.
Artık üzerimizdeki bu ölü toprağını iyice silkeleyelim, tüm duygularımızı canlandıralım ve yüreğimizin lavlarını körükleyelim. Arzuların köleliğinden, zalimlerin boyunduruğundan azad olalım. Direnişin sanatı, asli ve âlâ olanı ruhumuza çizsin ve özgürlük ruhumuzun vatanı olsun. Artık ritim, estetik, plastik güzellik, dağlar, taşlar, ağaçlar dile gelsin ve arkasına saklanan zulmü göstersin. Tüm güneşler, tüm gözler, tüm flaşlar, şeritler; direniş sanatını icra edenlere çevrilsin, sanat onlarla beraber dirensin, kedilere ve köpeklere indirgenmesin, indirgeyenlere sanatçı denmesin. Sanat gösterilmiş bir direnişin yansıtıcısı olmanın ötesine geçsin, direnişi geriden takip etmesin, sadece olanı değil, tahayyülün gücü ile feraset gösterip olması gerekeni aks etsin, liderlik yapsın, yaşayan ölüleri diriltsin ve tekrar dirensin. Çünkü sanat toplumları etnik ve kültürel asimilasyonlara tabi tutmak ve sömürmek isteyenlerin malı ve yığınların afyonu değildir. Sanat; insani bilinçtir. Sanat; özgürlüğün güzelliğidir. Sanat; güzelliğin özgürce yansımasıdır. Kaos değil kozmos’daki tasarımdır. Feryattır, çığlıktır, duadır. Ve zaten “Dualarımız olmasaydı ne değerimiz olacaktı ki” (Furkân, 77).