Sadece yılbaşı ve Noel mevsiminden geçmekte olduğumuz için değil, Hristiyan âlemiyle belki de kıyamet gününe kadar iç içe olacağımız için ayağı yere basan sahih delillerle bu konuya arada bir temas etmemiz gerektiğine inanıyorum. Bunu yaparken de Müslümanlar olarak savunma konumundan çıkarak, temelleri hiçbir sağlam sütuna oturmayan Pavlus Hristiyanlığını zorlamamız gerekir diye düşünüyorum.
Bunu yaparken de öncelikle Kitabımızı bu anlamda bir daha gözden geçirdiğimizde çok şey bulacağımızı düşünüyorum.
Hepimizin çok iyi bildiği, hatta sohbetlerimizde delil olarak sıkça okuduğumuz Âl-i İmran suresindeki şu âyetler üzerinde farklı bir düşüncemi dile getirmek istiyorum:
“De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın, Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”
“De ki, Allah’a ve Rasûl’e itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kafirleri sevmez.” (3/31, 32)
Söylediğimiz gibi, hepimizin çok iyi bildiği, kürsülerden, minberlerden çokça dinlediği, sohbetlerde ve yazılarda çokça tekrarladığımız ayetlerdir bunlar. Kelimeleri de hepimizin anlayacağı şekilde açık, net ve kolay olduğu için zannedersem anlamı üzerinde fazla düşünüp kafa yormaya da gerek görmüyoruz.
Nitekim meal ve tefsirler de aşağı yukarı benzer şeyleri tekrar ediyorlar.
Kelime kelime ele alacak olursak; Birincisi Allah’ı sevmek, ikincisi Peygamber Aleyhisselam’a tabi olmak, uymak ve böylece günahlarımızın af olması bildirilmektedir.
Bu konuların her biri için Kitabımızda zaten sayısız emirler mevcuttur.
Dikkat ederseniz genellikle bu ayet-i celileyi Peygamber Aleyhisselam’a itaat etmek, O’nun Sünnetine tabi olmak, dindeki yerinin önemini vurgulamak için başvururuz.
Yaptığımız elbette doğrudur, dolayısıyla bu ayetin tefsiri sadedinde söylenen her şey de doğrudur.
Peki, bizim bu konudaki farklı düşüncemiz nedir? Bunu birkaç soruyla açmaya çalışalım.
Sizce “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olunuz” kelamının muhatabı kimdir? Elbette hususi bir sebeple inmiş olsa da anlamının umumi olduğunu biliyoruz, ama yine de muhatabı iyi tespit edersek daha iyi anlamış olacağız.
Birincisi, müşrikler değildir. Çünkü müşriklerin böyle bir iddiası yoktur, yani biz Allah’ı seviyoruz ama sana tabi olmayız gibi bir düşünce ve iddiaları yoktur. Zaten bu sure Medine’de nazil olmuştur.
İkincisi, bu ayetin esas muhatapları Müslümanlar da değildir. Çünkü sahabenin kesinlikle böyle sapkın bir düşüncesi ve iddiası yoktur, yani ‘biz Allah’ı seviyoruz ama sana tabi olmayız’ düşüncesi.
O halde bu ayet öncelikle böyle bir düşünceye sahip olanları muhatap alıyor olmalıdır.
Kim bunlar? Ehli Kitap, yani Hristiyanlar ve Yahudilerdir. Çünkü onlar Allah’ı sevdiklerini hatta kendilerinin Allah’ın oğulları ve sevgilileri olduğunu iddia etmektedirler.(5/18)
Yani Ehli Kitap Allah konusunda konuşma, söz ve bilgi sahibi olma, Allah’a giden yolun neresi olduğu konusunda kendilerini yegâne yetkili görüyorlar, adeta tekellerine almış durumdaydılar. Hatta belirli bir zamana kadar bu iddialarında doğruluk payı da vardı. Mekkeli müşrikler bile bunu kabullenmişler, bu hususta onları kaynak olarak görüyorlardı.
Ne zaman ki Allah Teala Muhammed Aleyhisselam’ı Rasûl olarak görevlendirdi, her şey değişti. Artık Allah’a giden yol Hz. Muhammed Aleyhisselam’dan geçmek durumundaydı. Bundan böyle Ona tabi olmayan herkesin Allah’ı sevme iddiası geçersiz olmuştu.
O zaman gelin bu ayeti şöyle anlamaya çalışalım;
“Ey ehli kitap, ey Allah’ı sevdiklerini iddia edenler, Allah’a giden yolun kendi tekellerinde olduğuna inananlar… Artık her şey değişmiştir, bundan böyle eğer Allah’ı seviyoruz diyorsanız mutlaka Muhammed Aleyhisselam’a uymak zorundasınız.
Bu düşünce asla zorlama değildir. Hem dikkat ediniz, söz konusu olan Âl-i İmran suresidir, özellikle Allah Teala’nın Hristiyan dünyasına çok net ve berrak bir tebliğidir bu.
Bu ayeti daha da iyi anlayabilmemiz için aynı surenin 26 ve 27 numaralı ayetlerine bakalım, hem de aynı hatayı veya eksik anlayışı orada da gösterdiğimizin farkına varalım:
“De ki, ey mülkün (egemenliğin) gerçek sahibi olan Allah’ım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın, dilediğini yüceltirsin, dilediğini de alçaltırsın, her türlü hayır senin elindedir, hiç kuşku yok sen her şeye kadirsin!”
“Geceyi gündüze katarsın, gündüzü de geceye katarsın, ölüden diriyi çıkarırsın, diriden ölüyü çıkarırsın ve dilediğine hesapsız rızık verirsin!” (3/26,27)
Geliniz bu meşhur iki ayeti kerimeyi bir de şöyle okuyalım;
“De ki, ey egemenliğin, hâkimiyetin yegâne sahibi olan Allah’ım! Vahyin hâkimiyetini dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın. Nitekim asırlarca vahyin medeniyetini Ehl-i Kitaba vermiştin, şimdi de onlardan çekip alıyorsun, dilediğini aziz ediyorsun, dilediğini zelil ediyorsun. Ölüden diri çıkarıyorsun, diriden ölü çıkarıyorsun…”
Aynı zamanda tarihi göz önüne alarak okuyalım bu ayeti kerimeleri. Düşünebiliyor musunuz, daha Peygamber Aleyhisselam vefatının üzerinden altı yıl geçmeden Ehl-i Kitabın ana merkezi olan Kudüs Müslümanlar tarafından ele geçirilmiş, Ehl-i Kitabın yaşamakta olduğu coğrafyanın önemli bir kısmı fethedilmiştir.
Bu arada şunu unutmayalım ki, on beşinci asırdan sonra Hristiyan âleminin ilahiyatçıları ciddi anlamda kiliseyi yani Pavlus Hristiyanlığını sorgulamaya başlamış, günümüzde bu iş zirve yapmış durumdadır.
Genç okuyucu ve araştırmacılarımız, bu konuda yapılmış çokça kaynak bulacaktır.
İnşaallah bir başka yazımızda bu konuya daha geniş bir şekilde temas ederiz.
Mehmet Göktaş
Mehmet Göktaş