Yarım saat sonra yetmiş beşinci yaş günü kutlanacaktı. Odasında titizlikle sürmekte olan hazırlığı yorgun gözlerle izliyordu Seyhan Hanım. Mümkün mertebe az kişi giriyordu içeriye. Çalışanlar mutlak surette eldiven giyip maske takmalıydılar. Çünkü Seyhan Hanım kanser hastasıydı. En ufak bir enfeksiyon kapma durumunda ölümcül sonuçlar ortaya çıkabilirdi. Riski en aza indirmek için sıkı önlemler alınmıştı.
Kapının hemen arkasına bırakılan çiçeklere zımbalanmış notları okudu. Birtakım klişe cümlelerle yeni yaşı tebrik edilmişti. Tebessüm edecek oldu, fakat buruk bir dudak bükmeye dönüştü yüzündeki ifade. Kalbini kuşatan yeis, yüzündeki en ufak umut kırıntılarını içeri vakumlayarak kuru bir bakış bırakıyordu geride. Jest ve mimiklerinin ayarı bozulmuş, sözleri ile hareketleri arasındaki koordinasyon alakasız bir hal almıştı. Göğsündeki sızı giderek tüm bedenine yayılıyor, ruhunu kuşatan karamsarlığın dozu artıyordu.
“Kapıya kadar gelmeye bile tenezzül etmiyorlar!” dedi. Kırıldı. Alındı. Sitem ettiği kişiler, onun dava arkadaşlarıydı. Yoktular. En zor zamanında yanında değildiler.
Sahipsiz bir mezardan farkı yoktu kaldığı odanın. Böyle olacağı hiç aklına gelmemişti. Henüz hazır değildi. Ömrünün son bölümünü yine kendisi tasarlayacak sanmıştı.
İlk hastaneye kaldırıldığı günleri hatırladı. Siyasilerden habercilere, sanatçılardan soytarısına kadar gelmişlerdi ziyaretine. Öyle ki yol arkadaşları ona ulaşamamaktan yakınmışlardı. Şimdi de kendisi ulaşamıyordu onlara. Daha doğrusu kimse gelmiyordu artık.
Çiçeklerin birine iliştirilen küçük zarf dikkatini çekti. İsimsizdi. İçinde her ne varsa önemli olmalıydı. Bir parça heyecanlandı. Uzanıp kopardı zarfı. Katlanarak içine konmuş kâğıdı özenle çıkardı. Son derece güzel bir yazıyla yazılmış satırların her cümlesi yorgun kalbine birer yumruk gibi indi:
“‘Doğum günün kutlu olsun!’ demek isterdim Seyhan Hanım ancak zerrece içimden gelmiyor. Zira haketmiyorsunuz! Başörtüsünden dolayı üniversiteden kovdurduğun öğrencilerden biriyim. Başınıza sardığınız boneyi her gördüğümde bana yaşattığınız zulmü hatırlıyorum. Emeklerimi, enerjimi, iyi niyetlerimi, umutlarımı, ülkeme ve milletime olan görev aşkımı ‘Bu kılıkla içeriye giremezsin, burası çağdaş ve laik bir ülke. Ya çıkar başındakini içeri gir yahut dönmemek üzere geldiğin yere geri dön! Tercih senin.’ diyerek insafsızca çöpe atmıştın. Görüyorsun ya, üç beş dostuna kötü görünmemek için eskiden gururla teşhir ettiğin saçını-başını örtme gereği duyuyorsun. Bense bütün evrenin sahibinin emrine itaat için, edep için, haya için örtünmüştüm. Durum böyleyken sen çağdaş, medeni oluyordun, bense örümcek kafalı ve gerici. Aslında “gerici” tezinize dayanarak geriye gidebilseydiniz, nasıl muhteşem bir medeniyet tablosuyla karşılaşacağınızı görürdünüz. Nasibinizde yokmuş, yazık! Zaten derdiniz başkaydı. Doğrusu girişimlerinizden dolayı çok zorluklar çektim. Bütün kapıları yüzümüze kapattırmayı başarmıştınız. Nihayetinde başka ülkede şansımı deneyerek meslek sahibi oldum. Hem de inancımdan taviz vermeden. Şimdi bu koca hastanede görev yapan memurlardan biriyim. Belki doktorum, belki hemşire. Kim olduğumu söylemeyeceğim. Çünkü senin gibilerin şerrinden emin olunmaz. Fakat biliniz ki tedavi sürecinizde epey emeğim var. Öğrendiklerimi tatbik ederken asla kişisel duygularımı işe karıştırmadım. Elimden geldiğince iyi yaptım hizmetinizi. Bunu yaparken kafanızın biçimine, kesilmiş saçlarınıza, giydiğiniz kıyafete takılmadım hiç. Size aynı zulmü yapacak değilim. ‘Kapalı alandasın(!), çıkar başındakini!’ demedim, demem. Umarım sözcülüğünü yaptığınız güruhun sizi ölüm yalnızlığına terk ettiği bu ilaç kokulu odada yaptıklarınızı düşünme fırsatı bulursunuz! Sizi Rabbime havale ettim!”
Yazı biraz daha uzun olsaydı nefesi yetmeyebilirdi. Zira damarlarındaki kan çekildi acıdan. Düşünceleri asi bir şahsiyete bürünmüş “Daha ne bekliyorsun, bul da cezasını ver şu hadsizin!” diyordu. Mecalsiz bedeniyse teslim bayrağını çekmiş vaziyette “Benden bu kadar.” cevabını veriyordu. Ortalığı bir şekilde ayağa kaldırabilirdi şüphesiz. Ancak altını kalın çizgiyle çizdiği bir ifade aklına mıh gibi çakıldı. Ne yazıyordu mektupta? “Ölüm yalnızlığı!..”
Çetin bir iç çatışmaya sürüklendi. Bir yandan bütün ömrünü verdiği mücadelesi –ki bu mücadeleyi inançlı insanlara karşı yapmıştı- diğer yandan kanserin onu her gün biraz daha öldürürken kendi haline terk edilip görmezden gelinmesinin yaşattığı hayal kırıklığı! Amansız bir cephede tek başına kalmıştı. Kendisinin artık gözden çıkarılmış bir piyon olduğunu anlamıştı sonunda. Öfkesini kime yönelteceğini kestiremedi. Nefretine, hıncına, kinine ezdirdiği vicdanı, vakti gelmiş bir tohum misali boy veriyordu duygu çöplüğünde. O vicdan ki kendi lisanıyla diyordu ki, “İşte sana reva gördükleri final bu. Allah’ın sana verdiği aklı, iradeyi, duyguyu, gücü, gençliği... hepsini kula kul ettin. Yâr olacaklarına ağyar oldun. Gönüllü neferi olduğun zümrenin vefasıysa ancak bu kadar olur. Seni el üstüne tutsalar bile kaybedenlerin safındasın. Şimdi hangi yüzle Rabbine döneceksin?”
İçinden yükselen muhalif sesi bastırmaktan aciz kaldı. Vicdanını kast ederek, “Bir sen eksiktin”, dedi. Düşündü ki benliğinde başlayan çatışmadan sağlam çıkmak hiç kolay olmayacak. Demek kendisiyle hesaplaşmadan kapanmayacaktı perde. Bunaldı içindeki sessiz fırtınadan. İnsafa gelmenin sırası mıydı sanki? Söylendi kendi kendine, “Ben de kendimi bir şey sanmıştım!..”
Bir zamanlar nasıl da esip gürlemişti oysa. Televizyon kanallarında, üniversite konferans salonlarında, meydanlarda, “laiklik... irtica... ortaçağ karanlığı... gerici...” gibi kelimelerin geçtiği sert cümleleri çiğnemekten suyunu çıkarmıştı kavramların. O konuştukça alkış tufanları kopmuş, saldırdıkça fonlardan dernek hesabına paralar akmıştı. Dönemin üst düzey komutanlık rütbesindeki hain zümrenin, aydın kılığındaki cühelanın desteğiyle sınır tanımaz bir militan olmuştu.
Çağlayan Meydanında düzenlenen rejim yürüyüşündeki anlar canlandı gözlerinde. İşte kürsüye doğru ilerliyor. Adı anons edilir edilmez kalabalık coşkulu bir şeklide alkışlıyor. Yürüyor Islıklar ve tezahüratlar eşliğinde. Saçlarını özenle yaptırmış, yüzünü gözünü çağdaşlığın(!) en belirgin simgelerinden olan boya ve rujlarla süslemiş. Başlıyor nutuk atmaya: “Kamu binalarına sakallı ve türbanlı kişiler giremez. Bu anayasaya aykırıdır. Devlet düzenine aleni bir tehdittir. Bizi geriye götürmek isteyen zihniyeti reddetmekle kalmıyor aynı zamanda bu kafadaki bütün gericilerin acilen ait oldukları yerlere gönderilmelerini istiyoruz!”
Kalabalığın teveccühüne layık olmak için en sivri, en yaralayıcı, en acımasız ifadeleri afili cümlelerle dile getirdiğini, toplananların kinlerinin daha çok artmasını sağladığını anımsadı. Bu anlık görüntünün devamını hatırlamak istemedi. Bir zamanlar övünçle, gururla, arzuyla yaptığı çalışmaları hatırlamaktan zevk almıyordu artık.
Başını sallayarak o düşünce bulutunun içinden çıktı. Hazırlık yapan hemşireler işlerini bitirip çıkmışlardı. Kimse yokken odayı dolaşırsa kafasındaki yorucu düşüncelerden bir nebze kurtulacağını sandı. Yüreğindeki ağır yükü kaldırmak kolay değildi. Güçlükle attığı küçük adımlarla boy aynasının önüne kadar vardı. İyice yaklaşıp aksine baktı. Az önce hayalen gittiği mitingdeki hali aklında kalmış olmalı ki, karşısındaki görüntüden ürktü. Çünkü görkemli saçlarının yerinde yeller esiyordu. Kuaförün el becerisi ve kullanılan kozmetik ürünlerin marifetiyle pasparlak olan o kıvır kıvır saçlardan eser yoktu. Dökülmüştü hepsi. Kemoterapiye saç mı dayanırdı? Saçlar bir yana, kaşına kirpiğine kadar dökülmüştü. Kendini öyle görmeye tahammül edemedi. Dolaptan çıkardığı fuları başına örtü yaptı. Tekrar baktı aynaya. Sahip olduğunu düşündüğü her şey gitmişti. Geriye takatten kesilmiş ayaklar, ferini kaybetmiş çukur gözler, buruş buruş olmuş bir cilt yığını kalmıştı. Gerçeği olduğu gibi söyleyen aynaya çattı: “Alacağın olsun, sadece sen kalmıştın bana düşmanlığını ilan etmeyen! Ne var beni bu kadar çirkin gösterecek? Kaba şey! Keşke biraz gücüm olsaydı. O vakit görürdün, bakalım seni kaç parçaya bölüyorum!”
Yatağın kenarından destek alarak sandalyenin ucuna ilişti. Aklından geçen huzursuz edici düşüncelerden kurtulmak için masadaki günlük gazetelere üstünkörü bir göz attı. Ara sayfaların alt kısımlarında kendisinden bahseden küçük haber bölümlerini gördü. “Vay be, manşetlerden ara sayfalara düştük, öyle mi? Gözden düşünce gündemden de düştük demek! Ama vefasızlık bu! Medya bizim arka bahçemizdi. Onları biz besliyorduk. Ne oldu da böyle sırt çevrildi bana?”
Başını kaldırıp camdan dışarıya baktı. “Ne talihsiz bir gün”, dedi. “Doğum günümde mutlu olacağıma doğduğuma pişman eden şeyler yaşıyorum!”
Masmavi göğün huzur veren derinliğine sığındı. Pencereden dışarıya doğru uçup gitti bakışları. Görüş açısını engelleyecek somut bir varlık olmadığı için uzayın sınırsız boşluğunda süzülerek yol aldı manen. Bir kuş olmayı hayal etti. Diyar diyar gezen, özgürce hareket eden. Engin denizler, uçsuz bucaksız ormanlar, çiçeklerle donanmış görkemli dağlar canlandı gözünde. Biraz rahatlar gibi oldu.
Kapının çalmasıyla irkildi. “Girin!” demeye kalmadan doktor iki hemşireyle birlikte içeri girmişti bile. Üçü de beyaz önlüklüydü. Beti benzi sarardı Seyhan Hanım’ın. Kefene benzettiği için sevmiyordu beyaz giysileri. Zaten son günlerde sık sık ölümü hatırlar olmuştu. Yakında ölürsem karanlık, kapkaranlık toprağın altına gömecekler. Hava yok, su yok, gökyüzü yok, kimse yok!
Neden?
Neden Allah’ım, neden?
Ooof... offf!
Hayatında belki ilk kez anlamı ve önemine uygun olarak Allah lafzını telaffuz etmiş oldu. Hem de acıyla, esefle!
Doktorun gözetiminde küçük pastanın üzerindeki mumları tutuşturdu hemşireler. “Doğum gününüz kutlu olsun Seyhan Hanım, daha nice sağlıklı yaşlara!” dedi doktor. Burnunun dibine kadar uzatılan mumları cılız nefesiyle söndürürken doktora teşekkür etti. Hemşirenin yardımıyla dilimlerden birini yedi. Doktor ve ekibi dışarıdan aldıkları direktifle formalite bir kutlama yapıp çıkacaktılar. Hastaya moral vermek için birkaç tatlı yalan uydurmayı da ihmal etmediler. “Dışarıda pek çok kişi sizinle görüşmek istiyor. Röportaj yapmak isteyenler, ziyaret etmek isteyenler, doğum günü hediyesi vermek isteyenler... Ama sağlığınız için almıyoruz kimseyi. O yüzden bu küçük kutlamayla iktifa edeceğiz, mazur görün lütfen.” Başıyla cevap verdi Seyhan Hanım. İnandı mı, inanmış gibi mi yaptı, pek anlaşılmadı.
Kutlama bitti. Onu yalnızlığıyla baş başa bırakıp gittiler yine. Masada duran pasta dilimine, üst üste yığılmış gazetelere, doldu su bardağına boş gözlerle baktı. Her şey sükût edince içindeki sesler tekrar ortaya çıkmaya başladı. Geçmişi sorgulayan “Neden, niçin” gibi soruların ayak sesleri geliyordu kalbinin derinliklerinden. Ne yapacağını bilemedi. Vicdanına karşı direnecek gücü bulamadı kendinde.
Ziyanda olduğunun farkındaydı. Nihai karar vermenin bu en kırılgan anında benliğindeki çatışma inanılmaz derecede şiddetlendi. Son pişmanlık fayda edecekse, şimdi, burada işe yarayacaktı. İnsani değerlere dönüş yapmaya ramak kalmıştı. Hepsi hepsi, samimi bir tövbeye bakardı!
Yüreğinden iyimser bir dalga yükseldi. Niyetini ifade edecek sözcükleri içinden taşırıp dilinin ucuna doğru sürükledi. “Allah’ım, çok pişmanım! Sana sığındım!” demek üzereydi. Durmuş gibiydi zaman. Öyle dese fırtına bitecek, anında sahil-i selamete ulaşacaktı daralan ruhu.
Fakat kendi iradesiyle güç tahsis ettiği cepheden karşı atak geldi! Şeytan yakasını kolay kolay bırakma niyetinde değildi. Nefsinin ipleri şeytanın elindeydi çünkü. Çirkin bir ses yankılandı kafasının içinde: “Ne yaptığını sanıyorsun? Ömrünü verdiğin davandan vaz mı geçeceksin? Seni sevenler, sana destek olanlar, seni örnek alanlar ne der sonra? En zirvedesin. Bir hiç olmak mı istiyorsun. Hem artık çok geç! Safını değiştirirsen akıl sağlığını kaybettiğin söylenir, alay konusu olursun. Ne dostların seni yad eder ne de geçtiğin taraf seni kabul eder! Sen sen ol, yolun sonunda yanlış yapma ki daima kahraman olarak anılasın!”
Gururunu öne çıkardı bu zehirli cümleler. Dilinin ucunda cümle olmayı bekleyen iyi niyeti geri yuttu. Kelimeler harflere bölünüp dağıldı söz dağarcığında. Farkında değildi ama kendi eliyle kalbine ve diline vurmuştu kara mührü.
Bir bahaneye sığınma gereği hissetti. En iyisi uyumak, dedi kararlı bir ses tonuyla. Uyanınca enine boyuna düşünürüm. Vakitten çok ne var burada? İnandı uydurduğu bahaneye.
Yaptıklarından pişman olmamak için yattı kirli geçmişinin üstüne. Kısa bir dinlenme niyetiyle daldığı uykudan bir daha uyanamadı!