Musibet, dinin insan için vazgeçilmezliğini açıklayan en önemli olgulardandır. Aynı zamanda bilme, önleme, fark etme, kaçma gibi insanın varlığını, aidiyetlerini ve kazanımlarını koruması için gerekli asgari refleksleri etkilemesi yönüyle musibet; bütün dünya görüşlerinin, izah etmek zorunda oldukları acı bir realitedir.
İslam, müntesiplerini bu konuda çok açık ve net biçimde bilgilendirmekle kalmaz, bunun üzerine görkemli bir paradigma inşa eder.
Evvela, musibetten kaçışın fıtrîliğini öne çıkarır:
"Allah'tan afiyet isteyiniz. Çünkü bir kula yakîn (kesin iman) bahşedildikten sonra afiyetten daha hayırlı bir şey verilmemiştir." (Buhârî, Edebü'l-Müfred 724; Tirmizî, Daavât 106; Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ 9/324, 325; İbn Mâce, Dua 5)
Ardından musibetin kendi hatalarımızdan kaynaklandığı bildirilir. Sonra musibette sığınacağımız adresin itirafı istenir bizden ve bütün bunlar sabra dolayısıyla duaya/kulluğun özüne dayanak yapılır.
Gerek yaşadığı dönemin devâsa siyasi/ictimaî felaketleri, gerek kendisine isabet eden zulüm, eziyet ve hastalıklar nedeniyle, musibet konusunu ilminin şâhikasıyla irdeleyen alim, herhalde Bediüzzaman Said Nursi olsa gerektir.
Eserlerinin birçok yerinde kendi yaşadıklarından ve gözlemlerinden misaller vererek musibete uğrayanları sadece teselli değil, aynı zamanda tebrik eder. Özellikle Hastalar Risalesi, İhtiyarlar Risalesi, Çocuk Taziyenamesi ve Mektubat’ın birçok bölümünde bütün samimi hisleriyle meselenin hakikatini ortaya koyar.
Mesela musibetin kapsamlı biçimde ele alındığı İkinci Lem’a eseri, bu hususta gayet doyurucudur. Orada, insanların, musibetlerde şu üç nedenden dolayı sızlanıp şikâyet etmeye hakları olmadığını belirtir. Birincisi; İnsan, Allah azze ve celle’nin mülküdür, O, kendi mülkünde dilediği gibi tasarrufta bulunur. Şafi’ isminin gereği hastalıklara, Rezzak isminin gereği de açlıklara mübtelâ eder. İkincisi; hayattaki ilerleme, faaliyet, canlılık, kuvvet, vazifeleri gereği gibi yerine getirme, başarı ve faydalı neticeler sa’ye, cehde, direnmeye dolayısıyla bir nevi musibet denilecek zorlanmaya ihtiyaç duyar. Üçüncüsü; Dinî olmayan ve sabredilen musibetlerin kişiye kazandırdığı sevaplar, musibeti bir yönüyle nimete çevirir.
Üstad, tam bu noktada muazzam bir tespit yapar ve ibadeti iki kısma ayırır. Birincisi; emir ve yasaklara uymanın pratiği olan namaz, oruç, haramlardan uzak durmak gibi herkesin bildiği müspet ibadetler, İkincisi ise; açlık, hastalık, ayrılık, musibet gibi menfi ibadetler. Bu ikinci kısım ibadetlere hiç riya karışmayacağını, sabredip mükafatını düşünen kimsenin yaşadığı o sıkıntılı halin her anında nice manevî mükafatlar ve ecirler kazanacağını söyler.
Ve “Musibetimizi dinimizde kılma/dînî musibet verme” (Tirmizî, Daavât 73) gibi Hadis-i Şerif’lerde buyrulduğu üzere, asıl musibetin dine gelen musibet olduğunu, dinî olmayan sıkıntıların ise hakikatte musibet olarak görülemeyeceğini ifade eder. Çünkü dünyevî musibetler; kişiyi isyandan, zulümden, duyarsızlıktan, duygusuzluktan ve gafletten uzaklaştırmaktadır.
Bütün bu hakikatlerden hareketle, maddî/dünyevî musibete uğrayan kimsenin Allah’a sığınırken peygamberleri (asm) ve onlara yakın olanları örnek alması gerektiğine dikkat çeker. Bu cümleden olarak Hz. Eyyub(as) ve Hz. Yunus(as) örneklerini verir. Hz. Eyyub(as)’ın, artan hastalığını Allah’a arz ederken, "Doğrusu bu dert bana dokundu ve sen merhametlilerin en merhametlisisin" (Enbiya 83) niyazıyla itiraz ve kaderi tenkit etmeden, tam bir edep ile takdire rıza gösterdiğini hatta şifa talebindeki maksadın da Allah-ü Teala’yı daha iyi zikretmek olduğunu söyler.
Bediüzzaman, musibetlerin hafiflemesi için de şöyle yol gösterir:
Birincisi; musibeti gözünde büyütmemek, odaklanmamak, üzerinde düşünmemek. Arılara ilişmenin onları kendi üzerine saldırtmak anlamına gelmesi gibi yaşanan olumsuzlukları kafaya takmak da, musibetin etkisini artırır.
İkincisi; musibetin neticesini merak edip peşine düşmek yerine kazaya rıza ve tevekkül ile Allah’a sığınmak, acıları hafifletir. Büyük bir çekişmede, kavgada, hasma karşı gösterilecek bir tebessümün düşmanlığı azaltması gibi tevekkül de zorluğa çok da aldırmamak anlamına gelir.
Üçüncüsü; Allah’ın en büyük musibetleri en sevdiği kullarına verdiğini, sabırla birlikte günahlarının affedilip mertebesinin yükseleceğini düşünerek, zorlukla beraber verilen iki kolaylığı arayarak fırsatları ve yeni durumla beraber lütfedilen imkânları düşünmek. Bunun için şu mottoyu çok kullanır: “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.”
Bediüzzaman, musibete sabırla ilgili; gelecekten kaygılanmak, geçmişten ah vah etmek yerine, kişinin kendisini -bütün enerjisiyle- acılarının o anlık olduğuna inandırması gerektiğini açıklarken, ordusunu sağa sola dağıtıp merkez kuvvetlerini zayıflatan komutan metaforunu ilaç gibi takdim eder. (Lem’alar, İkinci Lem’a)
Bediüzzaman Hazretleri, musibetle kader arasındaki bağı da, mesela gördüğü sadık bir rüyada seçkin zatların bulunduğu bir meclisin Osmanlının son mağlubiyetleriyle ilgili olarak kendisine sorduğu şu soru ile açıklamış gibidir: "Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir(girişi, başlangıcı). Hangi fiilinizle kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti? Musibet-i âmme(herkese erişen musibet) ekseriyetin(çoğunluğun) hatâsına terettüp eder(dayanır). Hazırda mükâfatınız nedir?" (T.Hayat, Sünuhat)
Bediüzzaman Said Nursî, İslam karşıtı modernitenin ve menfi milliyeti savunanların musibetle ve musibetzedelerle ilgili bir çözümünün olmadığını belirtir. Ve eserinin neredeyse her yerindeki imanı/yakîni kurtarma(tahkîkî hale getirme) çabası içinde; Müslümanları, günümüz insanının düştüğü kompülsif, depresyon, anksiyete, değersizlik, tatminsizlik, hissizlik gibi ruhî, aklî, kalbî, nefsî, bireysel ve toplumsal musibetlerden kurtarma derdinin bulunduğu da apaçık görülür.
Bediüzzaman’ın musibet karşısında söylenmesi gereken istirca ayetini tefsiri de ilginçtir, adeta hayatının her aşamasında sergilediği gibi zorluğa boyun eğme yerine varlığa sahip çıkmayı, direnmeyi öğütlemektedir:
“Sana bir musibet geldiği vakit, de; اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّۤا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ Yani, "Ben Mâlikimin hizmetindeyim. Ey musibet! Eğer Onun izin ve rızasıyla geldinse, merhaba, safâ geldin. Çünkü, elbette bir vakit Ona döneceğiz ve Onun huzuruna gideceğiz ve Ona müştakız. Madem herhalde bir zaman bizi hayatın tekâlifinden(sorumluluklarından) âzâd edecektir. Haydi, ey musibet, o terhis ve o âzâd etmek senin elinle olsun, razıyım. Eğer benim emanet muhafazasında ve vazifeperverliğimi tecrübe suretinde sana emir ve irade etmiş, fakat sana teslim olmaklığıma izin ve rızası olmazsa, benim takatim yettikçe, emin olmayana, Mâlikimin emanetini teslim etmem." (Lem’alar, 17. Lem’a)
Allah(cc), tüm musibetzedelere sıhhat, afiyet, kurtuluş ve hayırlı bir ferahlık nasip eylesin. Bediüzzaman Hazretlerinden razı olsun.
Özkan Yaman
Özkan Yaman