[audio mp3="https://inzardergisi.com/wp-content/uploads/2023/04/abdulkadir-turan-muminler-bir-butundur.mp3"][/audio]
“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66)
Kur’an-ı Kerim’de mü’minler birbirlerinin dostu ve kardeşi olarak tarif edilmiştir. Kur’an-ı Kerim’in o yöndeki tarifi İlâhî emir mahiyetindedir. Mü’minlerin dost ve kardeş olmaları, yüce Allah tarafından emredilmiştir.
Bu Hadis-i Şerif, mü’minler arasındaki bağı, bir derece daha yükselterek bir bedenin azaları arasındaki ilişkiyle tarif edilmiştir. Tefsiren; mü’minler arasındaki kardeşlik ve dostluk, öylesine ileri bir boyutta ki adeta bir bedenin azaları arasındaki ilişki gibidir. Hadis-i Şerif’teki tarif de emir mahiyetindedir. Rasûlullah salallahü aleyhi vesellem, ümmetinin mensuplarının bir bedenin azaları gibi bütünleşmelerini emretmiştir.
Bedende bir sistem bütünlüğü vardır. Sistemin parçaları birbirini tamamlar. Bu tamamlamanın bir yanı organizasyondur, diğer yanı yekvücut olmaktır.
Bedenin azaları bir organizasyon hâlindedir: Ayakların görevi gövdeyi taşımaktır ama ayakları besleyen de gövdedir ve ayaklar, gövdeye tutunmuştur.
Kollar ve eller, gövde için gıda toplar ve gövdeyi gerektiğinde korur. Gövde de kolları ve elleri tutar ve besler…
Ümmetin azaları olarak mü’minler arasındaki ilişki de böyledir. Her azanın ümmet içinde bir yeri vardır. Ümmet hem o azaları besler hem onlardan istifade eder.
Bu, insanlığa önderlik için odaklanmış yüce bir organizasyondur. Azalardan biri vazifesini yerine getirmediğinde ümmet, ondan zarar görür ve ümmetin işleyişinde sorun oluşur. Azalardan biri, ümmetten uzaklaştığında o aza işlemez hâle gelir.
Öte yandan vücut bir bütündür. Vücudun bir azası hastalandığında diğer azaları da huzursuz olur, bir aza acıdığında bütün vücut uykusuz kalır, vazifesini sağlıklı yerine getirmez. Ayağa diken batsa, vücudun tamamı eza duyar.
Ümmet de işte böyledir. Ümmetin bir ferdinin başına bir musibet geldiğinde diğer fertleri ondan eza görür ve o musibeti bertaraf etmek için harekete geçer.
Kâmil bir mü’min olma hâli, iki yönlüdür: Allah’a iman etmek ve Allah’a iman edenlerle bütünleşmek.
Mü’minlik hâlinin tamamlanması ancak mü’minle ümmet arasında böyle bir bağın oluşması ile mümkündür. Bu bağ oluşmadığı sürece iman işlevini yerine getirmiş sayılamaz.
Mü’min; mü’minlerle birlikte üzülecek, onlarla birlikte sevinecek; mü’minlerle birlikte hareket edecektir. O, imanının gereğini kendisi gibi iman edenlerle birlikte yerine getirecektir.
Siyer-i Nebi’ye bakalım: Rasûlullah salallahü aleyhi vesellem, kişilere imanınızı ikrar edin ve size göndereceğim emirleri yerine getirin, diyerek onları kendi hâline bırakmamıştır. Müslüman olduğunu beyan eden her kişiden aynı zamanda ümmet içinde yer almasını talep etmiştir. Bu talebe karşılık vermeyen, bir tür yok sayılmıştır. İman ettiğini beyan edip kendi vahalarına çekilenler ancak gelip ümmete katıldıktan sonra varlıkları dikkate alınmıştır.
Kişi, Allah’a ve Rasûlü’ne inanmakla ümmetin içinde bulunmayı kabul etmiş, artık onun bedeni ümmetin manevi bedeniyle bütünleşmiştir. O, iman etmekle kendi başına hareket edemez. Onun ümmete kalben bağlı olması yetmez. Fiilleriyle ümmetle beraberliğini ortaya koyması gerekir.
Mü’min ibadetlerimi yapayım ve kendime bakayım, diyemez. Onun namaz, oruç gibi ibadetler yanında ümmetle birlikte hareket etmek, ümmetle birlikte yol almak, ümmetin içinde bir vazife görmek sorumluluğu vardır. Bu sorumluluğu ona imanı yüklemektedir.
İman etmek; kişinin fert olma hâlini tamamen tatil etmez, ortadan kaldırmaz. Ama o ferdin ümmetten bağımsız durmasını da kabul etmez. Kişi iman etmekle, sair fertlerden biri olmamayı da kabul etmiştir. Ümmetin yükünü sırtlanmayı göze almıştır.
Nitekim Rasûlullah salallahü aleyhi vesellem, hicret emrini verdiğinde o emre, mazeretsiz icabet etmeyenler mü’minlerden sayılamamıştır. Sonraki dönemde de Tebük Seferi’nde olduğu gibi, mazeretsiz bir şekilde mü’minler topluluğu ile birlikte hareket etmeyenler, mü’minlerden sayılmamıştır. Mü’minlerden oldukları hâlde sefere mazeretsiz katılmayanlar, ancak tövbelerinin kabulü üzere mü’minler topluluğuna kabul edilmişlerdir.
Resûlullah’ın halifesi Hz. Ebû Bekir radiyallahü anh da zekât vermeye yanaşmayanları savaşılmaya müstahak baği bir topluluk olarak değerlendirmiş. Ashab, Allah tamamından razı olsun, onun bu hükmünü bil ittifak kabul etmiştir.
Zekâtın bir hikmeti de ümmet bütünlüğü içinde yer almaktır. Zekât vermeyen, o bütünlük içinde bulunmayı reddetmiştir.
Bugünün dünyasına bakıldığında şuurlu Müslümanlar, dünyanın öbür ucunda bir Müslümanın parmağı kanasa ondan üzüntü duyarlar; kardeşlerinin acısını kendi acıları gibi hissederler. Bir Müslüman zafer elde ederse ona sevinirler; kardeşlerinin mutluluğunu kendi mutluluğu bilirler.
Batılı ideolojilerden etkilenmeyen sıradan Müslümanlar da öyledir. Lâkin ırkçılıktan ve ideolojilerden etkilenenler, farklı bir tutum içindedirler.
Aslında ırkçılığın İslam dünyasında yayılmasının hedefi de Müslümanlar arasındaki muhabbet, şefkat ve merhameti yok etmektir. Zira Müslümanlar, birlikte hareket ettikçe dünyayı sömürenler, ümmet coğrafyasını sömüremeyecektir.
Sömürüye karşı direnişin bir kaynağı mü’minin Allah’a olan imanıdır; diğer kaynağı ise mü’minlerin birbirlerine verdikleri cesaret ve birbirleriyle dayanışmasıdır. Mü’minlerin fert olarak imanı, direniş için yapı taşı oluştururken ümmet hâlinde bulunmak sömürüyü engelleyecek güçlü bir set oluşturur. Mü’min fert elbette kıymetlidir, lâkin yalnız taş, düşmanın ayakları altında kalır. O taşların bütünlüğü ise düşmanın ayak basmadığı sağlam bir duvar olur.
Mesele sadece, sömürüye karşı direniş de değildir. Musibetlere karşı koymak ve insanlığa umut olacak bir kalkınma gerçekleştirmek için de mü’minler arasında dayanışma bulunmak durumundadır.
İşte deprem felaketi, eğer mü’minler yardıma koşmasalardı, Diyarbakır, Batman, Urfa; Adıyaman’ın; Mersin, Adana; Hatay’ın; Kayseri ve nice şehir Kahramanmaraş’ın yardımına koşmasaydı bu musibet nasıl hafifletilirdi?
Daha kapsamlı düşünelim: Yoksul Pakistan’ın hatta Myanmar’ın iman kardeşliği dışında Adıyaman’la nasıl bir bağı olabilir?
Öte yandan kalkınmaya bakalım: Müslüman, Müslümana sahip çıkarsa hangi derdimiz devasız kalır. Müslümanlar, bir daha dayanışmayı öğrenirlerse neler başarılmaz?
Ülkeler bazında düşündüğümüzde ise Müslümanların kalkınması için dayanışmanın zorunluluğu bir yana İslam aleminin varlığını sürdürmesi için dayanışmak elzemdir.
Tarih bize şunu göstermiştir: Şam ile Mısır, birlikte hareket etmeden kendilerini tehditlere karşı koruyamamışlardır. İki bölge Anadolu ile buluşmadan ise büyük devlet olup Batı’nın içlerine doğru açılamamışlardır.
Lütfen bir an için İslam aleminin zenginliklerinin içeride kardeşlik ilişkisi içinde değerlendirildiğini düşünelim. Ortaya nasıl bir sermaye çıkar ve o sermaye ile nasıl bir kalkınma gerçekleşir. O durumda İslam aleminde yoksul tek bir ülke kalır mı?
Emekli bir general, İslam dünyasında akla hiç gelmeyen bir birlikten söz etmişti: Balık ortak pazarı. Şu an diyordu general, İslam dünyasının balık rezervleri sömürülüyor. Eğer Türkiye, Somali gibi ülkeler arasında bir balık ortak pazarı kurulursa İslam dünyası gıda pazarında söz sahibi olur, diyordu. Ne yazık ki bunun gibi bugüne kadar üzerinde konuşulmamış nice imkân vardır.
İslâmî emirlerin bir yanı dünyaya, bir yanı ahirete bakar.
Müslümanlar arasındaki muhabbet, şefkat ve merhameti yeniden canlandırırsak fert olarak Rabbimiz bizi mükafatlandırır. Ümmet olarak ise dünyevi musibetleri bertaraf eder ve kalkınırız. O durumda sömürgeci güçler işlerimize karışmaz, ifsatlarını bize dayatmazlar; din, akıl, can, mal ve nesil emniyetimiz sağlanır ki bütün insanlık bu emniyeti sağlamak kaygısındadır.
post-format-audio
post-format-audio