Mükemmel olmadığımız halde mükemmellik sendromuna yakalanan kaç kişi var aramızda?
Bu sendrom, maalesef birçoğumuzda var ve hayata bakış açımız da bu çerçevede şekillenmektedir. Hayattaki duruşumuz ve tutumlarımız da buna paralel bir keyfiyet arz etmektedir.
Mükemmeliyetçilik hastalığına müptela olan birisinin, hayat ile ve hatta kendisi ile uyumlu bir yaşam ortaya koyması bir hayli zordur. Hayatın her alanında gül ve diken, mutluluk ve üzüntü, haz ile acı bir aradadır ve adeta aynı teknede yoğrulmuş unsurlardır.
Hem sosyal anlamda hem de bireysel anlamda mutlak mükemmellik yoktur. Özellikle insanoğlunun ilgili olduğu konularda mutlak mükemmellik aramak, hayatın doğasına aykırıdır. Sünettullah dediğimiz hayatın kanun kitabının satır aralarını irdelersek; aslında zihnimizin, fikrimizin ve duruşumuzun nerede olması gerektiği konusunda fikir sahibi olabiliriz. Bakış açımızın, mütalaamızın ve duruşumuzun hayatın kanunları ile uyum arz etmesi lazımdır. Kimse suyun akışına karşı uzun uzun yüzemez ve kürek çekemez. Kısa vadede ise hiçbir sonucu olmayan bir yorgunluk ile baş başa kalırız. Bu işin sonu, tükenmişlik sendromuna müptela olma ve hayal kırıklığına uğramış bir şekilde her şeyden el etek çekmektir. Bu ise insanın felaketi, hayata küsmesi ve hayattan nasibini almaması ile neticelenir. Hatta çoğu zaman mükemmeliyetçilik hastalığının sonu, psikolojik rahatsızlıklardır.
İnsanoğlunun takatini aşan hususların orta ve uzun vadede sürdürülebilirliği yoktur. Mükemmeliyetçilik de işte bir yönü ile buraya bakar.
İslami eğilim; az da olsa amellerin devamlı olmasından yanadır. Yani esas olan; devamlılık ve istikrardır. Ama insanoğlunun acizliği ve noksanlığı ile beraber bir ömür boyunca bu çizgiyi koruması neredeyse imkânsızdır. Yani kısacası nefsimize baktığımız zaman bunu yapamayacağımız aşikardır. O halde nefsimiz için imkansız olan bir durumu, başkasından hangi hakla nasıl isteyebiliriz? Bütün ameli eksikliklerimiz ve batıni yara berelerimize rağmen, nasıl olur da bizim dışımızdaki insanlardan bunu bekler ve bu ölçüye göre insanları yargılar ve bu yargılamaya göre muamele etme hakkını kendimizde görürüz?
Nefsimizden yola çıkıp toplumsal alana uzandığımız zaman böyle bir yaklaşımın pratik karşılığının olmadığını görürüz. Kısacası mükemmeliyetçilik, aklı selim ve vasat anlayış ile tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır. Ama çoğu zaman hayattaki rolümüz ne olursa olsun farkında olmadan az çok bu çizgiye kayarız.
Mesleğimiz ne olursa olsun, kendimize dikkat etmediğimiz müddetçe az çok ölçüyü kaçırdığımızı görürüz. Mesela ebeveynler olarak, çocuklarımızdan bir hata südur etmesine bazen neredeyse hiç tahammül edemeyiz. Çocuklarımızı en mükemmel çocuk profiline göre yargılarız. Okuldaki derslerinden tutun da hayatın çok farklı alanlarına kadar çocuğumuzun mükemmel bir kişiliğe sahip olmasını bekleriz. Bu beklentimiz ile kahir ekseriyetle hayal kırıklığına uğrarız. Halbuki kendi çocukluğumuzu hatırlar isek, bu beklentinin ne kadar abes olduğunu anlarız. Çünkü hiç birimiz her açıdan mükemmel bir çocukluk yaşamamışız.
Aile içerisinde kardeşlerimizin, anne ve babamızın mükemmel olmasını bekleriz. Eksik ve noksanlıklarına tahammül edemeyiz. Sürekli onlardan bize ve hayata dair mükemmel adımlar atmasını bekleriz. Bu adımları göremeyince de hayal kırıklığına uğrar ve aile içindeki muhataplarımızı mahkum etmeye kalkışırız. Oysa şöyle bir kendimize dönüp bakmayı akıl etmeyiz.
Benzer şekilde işyerlerimizde konumumuz ne olursa olsun hem mevkidaşlarımıza hem altlarımıza hem de üstlerimize karşı bu yaklaşımdan vazgeçmeyiz. Yine önce kendimize dönüp bakmak yerine hataları bizden az olan insanları mahkum ederiz. Bu insanların belki birçok başarıları ve meziyetleri olduğu halde yine de bir hataları yüzünden onları defterden siler ve adeta aforoz ederiz. Oysa hayatın kanunlarından birisinin de “bir, sıfırdan iyidir”, düsturu olduğunu unutuyoruz.
Yine tedrici olarak sonuca gitmenin, hayatın şaşmaz kaidelerinden olduğunu unutuyoruz. “Bir şeyin tamamına sahip olamıyorsak da tamamından vazgeçmenin hayati bir hata olduğunu” keşke hatırlasak… Yerden çatıya çıkmak için kimsenin kanatlarının olmadığını ve merdivenlerin icat edildiği günden beri tek basamaklı olmadığını ve basamak basamak çıkıldığı gerçeğini unutuyoruz. Biz, merdiveni basamak basamak çıkarken başkalarının uçarak çatıya çıkmasını ya da birinci basamaktan son basamağa bir çırpıda çıkmasını bekliyoruz. Bu arada meydana gelen yalpalamaları da hiç kabul etmiyoruz.
Hayat içerisinde sevdiğimiz veya saydığımız her insanın her yönü ile mükemmel olmasını bekleriz. Özellikle böyle insanlarda bir hata veya hata olarak telakki ettiğimiz bir hususu gördüğümüzde de bu insanlara elimiz ile hatta iki elimiz ile çamur atarız. Oysa insana sınır ve doğasını aşan bir değer atfetme ne kadar yanlış ise o insanların işledikleri hatalar ve kusurlardan dolayı onları bir çırpıda aforoz etmek de o denli yanlıştır.
Yıllar önce bir zat bu konu ile alakalı yaşanmış bir olay anlatmış idi. Bu konuda ölçüyü kaçırmanın insanı ne denli adaletsizliğe ve abes bir noktaya götüreceğini anlatan bu güzel örneği sizlerle paylaşmak istiyorum.
Bir tarikat şeyhinin yanında sürekli bulunan ve ona hizmet eden bir müridi varmış. Bu mürit, şeyhine insan üstü bir kişilik gözü ile bakıp saygıda kusur etmez imiş. Ve ona göre; bu zat şeyh ise; normal insanlardan çok farklı olmalı ve hiçbir kusurunun olmaması gerekiyordu. Günlerden bir gün Şeyh, abdest için dışarı çıkmış. O esnada şeyhin yellenme sesi müride gelmiş. Mürit hayal kırıklığına uğramış, şeyhin de kendileri gibi bir durum yaşadığını görünce bu sefer zavallı şeyhini sahtekarlıkla suçlamış ve her yerde şeyhin aslında bir sahtekar olduğunu anlatmış.
Bu yaşanmış örnek, aslında hepimiz için bir ibrettir. İnsanları değerlendirirken makul bir ölçü ile değerlendirmeli, övgü ve yergide adalet terazisinden şaşmamalıyız. Bizde olmayan mükemmelliği başkasında aramayalım. Hele de mükemmelliği tedricilik kaidesine bağlamak yerine hemen olması gerektiği gibi bir cehalet içerisine düşmeyelim. Zaten böyle bir beklenti, hayatın doğasına aykırıdır. Hayatta en mükemmel unsurların bile tedricilik esasına göre bu mertebeye geldiğini görürüz. Bu hakikati kavramak için şöyle bir etrafımıza bakmamız yeterlidir. Allah’ın kevni ayetleri bu konuda en güzel örnektir. Aslında hayattaki rotamızı belirlemek için Hakim olan Allah’ın kevni ve kitabi ayetlerine müracaat edersek ufkumuzu karanlığa boğan cehalet perdesini yırtar ve bu vesile ile ufkumuz aydınlanmış olur.
Unutmayalım ki; hata, kusur ve eksiklikler insanlar içindir. Zaten ilahi ölçüleri tespit makamında Kur’an ve sünnetin kılavuzluğuna başvurduğumuzda, aslında bir insanı ya da toplumu nasıl değerlendirmemiz gerektiğini görürüz. Her konuda olduğu gibi Kur’an ve Sünnetin hakemliği en adil, en mutedil, en mükemmel ve en isabetli yaklaşımdır.
Ayet ve hadislerdeki insan da aranan hasletlerin keyfiyetine baktığımızda; kusursuz kul tanımına rastlamamaktayız. Tam tersine kulların cahil, aciz, zayıf, noksan varlıklar olarak tanımlandığını görmekteyiz. Allah’ın mükafatına nail olmak için ortaya konulan kıstas adaletin ta kendisidir. Allah Azze ve Celle, kendi mükafatına ve rızasına nail olmak için tamamen günahsız ve hatasız kul tanımını ortaya koymuyor. Sonsuz rahmet sahibi olan Allah, terazisi ağır basan kulların kurtuluşa erdiğini müjdelemektedir. Peki bu ne demektir? Hatasıyla sevabıyla değerlendirilen bir kulun sevaplarının, günah ve hatalarından fazla olması durumunda Rahman ve Rahim olan Allah’ın rahmet denizinden istifade edeceği ve imtihanı kazanacağı anlamındadır.
Yine Allah Resulü’nün, sahabelere yaklaşımına baktığımız zaman, hatasız ve günahsız sahabe profili aramadığını, Allah’ın rızasını kazanmak için çabalayan insan profili aradığını görmekteyiz. Peki, inandığımız dinin iki temek kaynağı önümüze böyle bir tablo koyduğu halde bize ne oluyor ki, bizler, Allah’ın kulları için mükemmellik çıtasını yüksek tutuyoruz? Bu hakkı bize kim veriyor? Kimin adına ve ne hakla yargı dağıtmaya çalışıyoruz? Peki, Allah’ın kulları için ortaya koyduğumuz kriterlere biz ne kadar uyuyoruz?
Hele bir de mükemmeliyetçilik hastalığı cehalet ile birleşince ortaya tam olarak yargı dağıtığını ve bunun da takvanın gereği olduğunu zanneden musibet kişilikler çıkar. Din adına yargı dağıtan bu merhamet yoksunu şahısları görenler adeta yollarını değiştirir. Özellikle mükemmelliği, hayatın aslından ziyade detaylarında arayan ve bu yanlış kalkış üzerinden insanları tasnif eden, ötekileştiren, hatta mahkum eden insanların halleri ise tek kelime ile bir faciadır.
Mükemmeliyetçilik hastalığı herkes için bir tehdittir. Ama özellikle de idareciler için çok daha önemlidir. Zira idareciler başkalarına dair tasarruf makamında oldukları için yanlış ölçülerle yapılan tasarrufların sonuçları kendi nefsi ile sınırlı kalmaz, bir çok insanı etkileyen bir olumsuzluğa dönüşür.
Bir idareci, öncelikle kendisinde olmayan bir hasleti başkasında aramamalıdır. Toplumu değerlendirirken, hatalarından ve günahlarından yola çıkarak iflah olmaz günahkarlar sürüsü olarak değerlendirmek yerine; yardıma ve hidayete muhtaç insanlar olarak bakmalıdır. İslami davet, ahlak ve terbiye götürülen iyi, hatasız ve günahsız insanlar bulmaya çalışmak yerine; günahkârları ve yollarını şaşırmış, karanlıkta kalmış insanları, İslam’ın aydınlığı ile buluşturma perspektifi esas alınmalıdır. Eğer böyle insanlara gidilmeyecekse, davet eyleminin nasıl bir anlamı olur ve davetçiye neden ihtiyaç duyulsun?
Netice itibariyle; mükemmel olmaya çalışırken ve bu yolda terakki gayreti içerisine girerken mükemmeliyetçilik hastalığına yakalanmayalım. Bilelim ki mükemmeliyetçilik hastalığında direnenler, hayatın her alanında yalnız kalır ve hayal kırıklığına uğrar. Mükemmelliğini beklediği başarının asgarisini bile kaçırır. Genel olarak, hayatta “ya hep ya da hiç” gibi bir felsefe ile hareket edenler başarısızlığa uğramışlardır. Neticede; yalnızlık ve başarısızlıklar üst üste gelince hayal kırıklığı yaşayan bireyler kendi dünyalarına gömülürler. Hatta bazen mükemmelliğini şart koştukları işlerin asgarisini bile yapmayı terk ederler. Önemsedikleri ve mükemmellik aradıkları hayatın ilgili alanı ile alakalı defteri kapatırlar. Amellerine dört tekbir ve bir fatiha okurlar. Maalesef bu hastalığa müptela olanların çoğunun hikayesi bu şekilde neticelenmiştir.
İfrat ve tefrit, her konuda olduğu gibi bu konuda da felakettir. Bizden istenmeyen bir ifrada yönelmek, haddi zatında öncelikle kendi nefsimize zulümdür. Din adına böyle bir yaklaşımın kültür külliyatımızda yeri olmadığı için de haddi aşmadır. Böyle bir tavrı, takva gereği yaptığımızı zannederken, bu dünyada din adına insanları dinden uzaklaştırmaktan; perdelerin kalkacağı ahirette de bunun bedelinin ödeneceğinden korkulur. Vasat çizgiyi takip edenler menzillerine varmış ve felah bulmuşlardır.
Her konuda olduğu gibi bu konuda da istikameti tutturma temennisiyle
Selam ve dua ile
Mehmet Zülküf Yel
Mehmet Zülküf Yel