Hayat; güzeli çirkini, kolayı zoru, sevinci kederi ile bir bütündür. İnsanoğlu ise hayatın hep güzel, mutlu, sakin, keyifli ve huzurlu tarafını sever, böyle yaşamak ister. Hayatın çirkin, zor, çileli ve sıkıntılı yönünden hoşlanmaz. İnsanoğlu istemese de sevmediği ve hoşlanmadığı bazı hallerle karşı karşıya gelecektir, onlarla imtihan olunacaktır. Önemli olan başına bu olumsuz ve zorlu haller geldiğinde nasıl davranacağını bilmesidir. Bazen insanın hayır sandığı şer olabilir veya tam tersi de olabilir. Bu bağlamda her şeyi fıtri bir ahlak çerçevesinde görmek ve buna göre davranmak önemlidir. Hayatın önümüze çıkardığı seçenekler üzerinden doğru sonuca ulaşmak ve bu doğrultuda hareket gereklidir. Bu husus, şu ayetle göz önüne serilmiştir:
“Savaş, hoşunuza gitmediği hâlde, size farz kılındı. Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara: 216)
Ayette de zikredildiği gibi insanın hoşlanmadığı ve istemediği hayat gerçekliklerinden biri de savaştır. Çünkü savaşın hayata dair her şeyi yok etme, her umudu tüketme ve her ışığı söndürme ihtimali vardır. Savaş, can ve mal kaybı demektir. Savaş, Hz. Âdem’den günümüze kadar genellikle bireysel ve toplumsal menfaatlerin ve freni olmayan hırsların neticesi olarak yapılmıştır. Haliyle böylesi savaşlar, yakıp yıkmak ve insanlık onuruna uymayan vahşice davranışlar olarak tarihteki yerini almıştır. Bu sebeple savaş, tarih boyunca insanlığın önüne kader tayin edici önemli bir etken olarak çıkmıştır. Nice devlet, savaşla kurulmuş ve yok olmuş, birçok medeniyet, savaşla tarih sahnesine çıkmış ve bu sahneden ayrılmıştır.
İnsanoğlu her türlü olumsuz sonuca rağmen savaşmaktan el çekmemiş. Savaş, hayatın kaçınılmaz ve boyun eğilmesi gereken bir kanunu kabul edilmiştir. Büyük küçük bütün savaşlar, kargaşalar, haksızlıklar, huzursuzluklar ve zulümler hep mal toplama, hâkimiyet kurma gibi nefis ve şeytan kaynaklı güdülerin yönlendirdiği organizasyonlar eliyle ortaya konmuştur. Ok, mızrak, kılıç ile başlayan savaşlar öldürücü etkisi ve yıkım gücü çok olan silahların üretilmesiyle farklı boyutlara ulaşmış. Tüfek, top, uçak, füze ve nihayetinde kimyasal ve nükleer silahlarla bu iş, korkunç bir hal almıştır. Artık bir anda on binlerin öldürülmesi, mamur şehirlerin birkaç dakikada harap edilmesi insafsız ellerin dokunduğu bir düğmeye ve kumandaya indirgenmiştir.
Günümüzdeki savaşlar, kitle imha silahlarının verdiği gurur ve kibirle ulusal çıkarlara hizmet eden, insan hakları ihlallerinin sıkça yapıldığı, kural tanımaz bir hal almıştır. Ve bu savaşlar maalesef insan onuruna yakışan bir savaş ahlakından uzaktır. Birçok uluslararası antlaşmaya rağmen savaş hukuku çiğnenmiş, kitle imha silahlarından balistik füzelere kadar her türlü silah, insanlığı yok etmek ve şehirleri yıkmak için kullanılır olmuştur. İnsanlar için bu silahlar, korkulu bir rüya haline gelmiştir. Hiroşima, Halepçe, Şam ve Gazze son 50 yılın kitle imha silahlarının birer mağduru olmuşlardır. Emperyal güçlerin halkların üzerinde denemediği kimyasal, biyolojik ve nükleer silah kalmamış gibidir. Avrupa sadece I. Dünya Savaşı’nda 17 milyon, II. Dünya Savaşı’nda 55 milyon, ABD son yirmi yılda 20 milyon insanı katletti. Ruanda, Bosna, Cezayir ve birçok yerde yapılan katliamlar ve şu an Gazze’de yapılan soykırım siyonist, evangelist Batı’nın vahşi tarihinin, terörist ahlakının ve katliamcı ruhunun karakteridir. Bu örneklere ek olarak dünyada mevcut nükleer silah gücünün, aynı anda bütün dünyayı 32 defa yok edecek çapta olduğu gerçeği büyük bir korku ve endişe olarak insanlığın önünde durmaktadır.
Savaş, İslâm’la farklı bir boyut kazanmış, ‘Savaş ahlakı’ dediğimiz bir çerçeveye bürünmüştür. Yüce Allah, adaletin ikamesi ve hakkın tesisi için Peygamberler göndermiştir. Hz. Musa’nın Firavun’la, Hz. İbrahim’in Nemrut’la, Tâlut’un Câlut’la, Hz. İsa’nın İsrail Oğullarıyla, Ashâb-ı Kehf’in putperest Roma’yla ve Hz. Muhammed’in Mekkeli müşrikler, Yahudiler ve münafıklarla mücadelesi aynı zamanda karşımıza bir savaş ahlakı çıkarmıştır. İslam’ı tebliğ ederken karşılaşılan sıkıntılar bağlamında değerlendirilmesi gereken tevhidi mücadele ve hak batıl savaşı insanlığı insafsız, hesapsız ve korkunç bir savaştan meşru müdafaa içinde ilerleyen, suçsuzlara ilişmeyen, mamur yerleri yıkmayan, ekili arazileri mahvetmeyen, yerel değerlere ve kültüre ilişmeyen, insanlık onurunu aşağılamayan ve barışı önceleyen bir savaş yöntemiyle buluşturmuştur. İslâm’ın savaşı menfaati, hırsı, işgali, yakıp yıkmayı geçerli neden olarak kabul etmediği gibi bu gerekçeler üzerine de bir meşruiyet inşa etmemiştir. İslam’ın savaşı ancak yeryüzünde fitnenin yok olması, fesadın izalesi, kargaşanın giderilmesi, haksızlığın önlenmesi, zulmün def edilmesi, adaletin ikamesi, Allah’ın davetiyle insanlar arasında kurulan bilumum engellerin kaldırılması ve meşru müdafaa gibi makul gerekçelere bağlı olur. İstenen meşru neticelere ulaşma uğruna bu savaş ‘cihad’ kutsallığı içinde sürdürülür.
İslam, savaş için gerekli tedbirleri almayı, hazırlıklı olmayı ve kuvvet oluşturmayı teşvik ederken dahi temel nokta olarak caydırıcılığı, haddi aşmamayı, barışı ve adaletin tesis edilmesi olarak öne çıkarır. İslam, savaş sırasında gerek savaşçı güçlere, gerekse sivillerle karşı yapılacak her türlü muamelenin sınırları için ahlaki bir boyut belirlemiş ve bunu insanlık onurunu zedelemeyecek genel prensiplerle çizmiştir:
Savaşılması gereken tarafın önce İslam’a davet edilmesi, kabul etmezse İslam’ın özgürlükçü atmosferi içinde inancına bağlı bir fert olarak yaşaması teklif edilir. Savaş, son ve kaçınılmaz bir seçenek olarak devreye girer. Savaş esnasında şiddeti ne olursa olsun, tahrik yönü ne kadar dayanılmaz olsa da suçsuzlara ilişme, kadın ve çocukları katletme, ibadet için mabetlere çekilenler dokunma, mamur yerleri harap etme, insanlar ve doğa üzerinde kalıcı etkiler bırakacak olumsuz yollara başvurma İslam’ın belirlediği savaş ahlakı içinde men edilir, tasvip edilmez. İslam’ın savaşa bakışı ile tuğyanın savaş anlayışı şu ayetlerle daha güzel anlaşılır:
“O (zalim ve müşrik), (senin yanından) ayrılınca (ve hâkimiyet elde edince) yeryüzünde bozgunculuk yapmağa, ekin ve nesli yok etmeğe çalışır. Allah ise bozgunculuğu sevmez.” (Bakara: 205)
“Onlar (müminler) öyle kimselerdir ki, şayet kendilerine yeryüzünde imkân ve iktidar versek, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, iyiliği emreder ve kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin akıbeti Allah’a aittir.” (Hac: 41)
“…O hâlde kim size saldırırsa, size saldırdığı gibi siz de ona saldırın, (fakat ileri gitmeyin). Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki, Allah kendine karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir.” (Bakara: 194)
Resulullah’ın (aleyhisselam) “Savaş, hiledir.” hadis-i şerifini Hz. Ömer’in Sad bin Ebi Vakkas’a söylediği “Sana ve mücahidlerine daima doğru olmayı emrediyorum; çünkü dürüstlük düşmana karşı en iyi silahtır ve en iyi savaş hilesidir.” telkini doğrultusunda anlamak lazımdır.
Hile demek; bir aldatma, bir sinsilik ve bir kurnazlık değil; düşmanı yanıltma, hedef şaşırtma ve taktik belirlemedir.
Hile demek; düşmanı taktiksel olarak yormak, şaşırtmak, korkutmak, yıldırmaktır.
Hile demek; sağ gösterip soldan vurmaktır.
Hile demek; geri çekiliyormuş gibi yapıp manevra geliştirmektir.
Hile demek; zayıfmış algısı oluşturup hiç ummadığı bir anda düşmana darbe indirmektir.
İslam ahlakı; savaş dahi olsa üçkâğıtçılığa, kurnazlığa prim vermez. Elbette savaş esnasında savaşçı Müslümanı da zafer arzusu kaplayabilir; ama bu onu meşru olmayan bir yönteme sevk edemez. Bu gerekçe içinde canileşemez, İslam’ın öncellikli olan ihya ve hidayete eriştirme düsturunu göz ardı edemez. Müslüman savaşçı, misilleme adı altında düşmanın yaptığı gibi düşman cesetlerini yakamaz, organlarını parçalayamaz, aldığı esirleri öldüremez. Peygamberimizin (aleyhisselam) Uhud Savaşı bu yönden iyi okunmalıdır. Selahattin Eyyubi, bu yönden iyi analiz edilmelidir.