Bahman Gobadi, 2000 yılında “Sarhoş Atlar Zamanı” isimli bir film çekmişti. İran Kürdistan’ında bulunan Bane kentinde doğan yönetmen, meşhur İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi’nin asistanlığını da yaptı. İlk filmi olan “Sarhoş Atlar Zamanı” İran-Irak sınırında yaşayan Kürtlerin kaçakçılık uğruna çektiği çileleri, bir belgesel tadında beyaz perdeye aktarmıştı.
Film, geçimlerini kaçakçılık yoluyla sağlamaya çalışan sıradan bir aileyi konu ediniyor. Anne, çocuğunu doğururken ölür. Baba ise kaçakçılık yaparken sınırda mayın patlaması sonucu parçalanır. Geriye kalan 4 kardeşin sorumluluğu, 12 yaşındaki Eyüb’e kalır. Kardeşlerinden biri hasta. Kız kardeş Rojin bu sefalete bir çare olarak küçük yaşta evlendirilir. Eyüp, hasta kardeşini ameliyat etmek için para kazanmak amacıyla o karlı dağlarda kaçakçılarla birlikte çalışır. Kaçakçılıkta yük hayvanı olarak kullanılan katırların içtikleri suya, kış şartlarında harareti artırmak için alkol karıştırıldığı için filme bu isim verilir.
Bilindiği üzere Kürtlerin yaşadığı coğrafyanın ekseriyeti İran, Irak, Suriye ve Türkiye arasında pay edilmiş durumdadır. Zaman içerisinde bu ülkelerin birinde ucuz olan emtianın, diğer ülkeye ticaret maksatlı taşınması hususu, “Kaçakçılık” denilen bir mesleği ortaya çıkarmıştır. Yukarıda bahsettiğimiz film tamamen gerçek bir olay ve o yöre halkından oyuncuların seçilmesi ile yapılmıştır. İran’dan kamyon lastiklerinin katırlara yüklenerek Irak’ta satılması uğruna çekilen zahmetlerin satır aralarında, acıklı bir hikâye vardır. Hasta bir çocuğun ameliyat edilmesi gerekmektedir. Bu arada belirtmem gerekir ki filmdeki konuşmaların çoğunluğu Kürtçe’dir.
28/12/2011 günü saat 21.30-22.30 sularında, Türk Silahlı Kuvvetlerine ait savaş uçaklarının bombardımanı sonucu hayatını kaybeden Şırnak ili, Uludere (Qilaben) İlçesi, Ortasu (Roboski) ve Gülyazı (Bujeh) köylülerinin her birinin böyle hikayeleri mevcuttu. Tamamı erkek olmak üzere 17’si çocuk, toplam 35 kişinin ölümü, bir kişinin yaralanması ve iki kişinin ise sağ kurtulması ile sonuçlanan olay, Kürt halkının mazlumiyetinin en bariz göstergelerinden biridir.
Çünkü mazot başta olmak üzere, sınırdan geçirilen ticari emtianın tamamen insani koşullar nedeniyle satılması ve geçimlerinin temini için yapılan kaçakçılığın, bu bölgedeki faaliyetleri yıllardır bilinmektedir. Zaten sınırda bunu bilen askerler bazen geçenlere müsamaha bile göstermektedirler. Yapay sınırlarla birbirinden dikenli tellerle ayrılan aynı babanın çocuklarının, birbirleriyle ticaret yapmaları için kaçakçılık diye bir faaliyete muhtaç etmek, başlı başına bir zulümdür.
Tabi bir de işin siyasi boyutu vardır. Bu da bölgede yürütülen asimetrik savaştır. Kan kokusu alan emperyal güçlerin, Kürtleri kendi emelleri doğrultusunda kullanmaları ayrı bir sorundur. Dünyadaki istikbar güçlerin bulaştığı bir coğrafya, katliamlardan hali olmaz. Maalesef tarafların savaşında daha çok siviller zarar görmüştür. Fillerin tepişmesi sonucu ezilen çimenler misali, Kürt gençleri kırdırılmaktadırlar.
Gariptir; Türkiye, Kürt sorunu ile ilgili olumlu adımları atmaya hazırlandığı sıralarda, gizli bir el devreye girerek, katliam boyutunda cinayetler işlemektedir. Bu anlamda Bingöl’deki 33 silahsız er olayını hatırlayabiliriz. 24 Mayıs 1993'te Elazığ-Bingöl karayolunda asker taşıyan iki aracı durduran PKK’liler, acemi eğitiminin ardından birliklerine gitmekte olan silahsız 33 eri kurşuna dizdiler. Sonrasında Türkiye yine bir şiddet sarmalının içine girdi.
Tarihler bu kez 2 Temmuz 1993’ü gösterdiğinde ise Türkiye’de yeni bir provokasyon sahneye konuyordu. Sivas’ta Pir Sultan Abdal şenlikleri çerçevesinde bir kesim sanatçı buraya gitmişlerdi. Madımak Oteline yerleşenler arasında İslami değerleri önemsemeyen ve hatta hakarete varan açıklamalar yapanlar da vardı. Durumun nazikliğinin farkında olanlar halkı galeyana getirip, oteli ateşe verdiler. Derin bir sır olarak kalan bu olayda toplam 37 kişi ölmesine rağmen, bunlardan 33’ü Pir sultan Şenliklerine gelenlerdendi.
Bu olaydan 3 gün sonra 5 Temmuz 1993 günü ise 100 kadar eşkıya güruhu Madımak Oteli’nin intikamı diye bağırarak, Başbağlar Köyünde 28 kişiyi katlederler. Ama evlerinin içinde yakılan 5 kişiyle birlikte sayı yine 33’e tamamlanır. Kısacası oynanan oyun o kadar matematikseldir ki Sivas’taki 33 kişiye karşılık, Başbağlar’da 33 kişi öldürülür. Belki çok komplocu bir düşünce ama bu 33 sayısı ortalığı bulandırmak isteyenler arasında bir şifre midir bilinmez.
Aslında tarihi biraz geriye saracak olursak, bir 33 vakası daha vardır. Ahmet Arif’in “33 Kurşun” şiiri ile anlatmaya çalıştığı acılı olay, 23 Temmuz 1943’te meydana geldi. Van’ın Özalp ve Saray ilçelerine bağlı bazı köylülerin, koyunları ile birlikte sınır ihlali yaptıkları gerekçesi ile gözaltına alınmasının ardından, Sefo Deresine götürülerek, Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın emriyle kurşuna dizilmeleri sonucu 33 kişinin öldürülmesi olayı, “33 Kurşun Katliamı” olarak anılmaktadır. İşin garip tarafı Özalp ilçesindeki askeri kışlaya Mustafa Muğlalı isminin verilmesiydi. Bu isim sonrada değiştirildi ve adı geçen general yargılandı.
Ve Roboski katliamı. Yakın tarihimizin en dramatik olaylarından biri. Çünkü işin içinde yine sınır ihlali var ve bu ihlal geçim derdi ile yapılan insani bir faaliyet. Köylülerin ifadesi ile atadan/dededen beri yaptıkları kaçakçılıktan askerlerin de haberi vardı. Fakat Roboskililerin yaptığı ve sonu katliamla biten kaçakçılık olayı, olumlu veya olumsuz Kürt sorununun çözümünün konuşulduğu bir zamana denk gelmişti.
Bu anlamda yapılan bir eylemin arkasındaki faili bulmaya yönelik olarak “Eylem kimin işine yarıyor?” sorusundan hareket edebiliriz. Örneğin Türkiye tarafından düşürülen Rus uçağından sonra FETÖ suçlandı. Çünkü bu yapı, Türkiye’nin Rusya’ya yanaşmasını istemiyordu. Daha açık bir ifade ile Türkiye ile Rusya’nın arasını açmaya yönelik bir eylemdi.
Aynı buna benzer olarak, Türkiye’de Kürt sorununun daima kaşınacak bir yara olmasından yana olanlar vardır. Bu durum özellikle ABD’nin işine gelmektedir. Çünkü bu sayede hem Türkiye hem de PKK kullanışlı hale gelebilecek bir aparat olabilmektedir. Dolayısıyla ABD’nin hesabına çalışan bazı taşeronlar, bölgede akan kandan nemalanmaktadırlar. Bu taşeronlardan biri de yine bu yapıydı.
O dönemde çeşitli kesimlerce olumlu ve olumsuz yönleri tartışılan, siyasete yol açma ve çatışmaların sona erdirilmesi meselesi, bu yapı tarafından bu şekilde sabote edilmiş olabilir. Hatta bu iddia yüksek sesli olarak dile getirilmiştir. Eylem kimin işine yarıyor diye sorduğumuzda yine karşımıza bu yapı çıkmaktadır. Ancak olaydan sonra “Kol kırılır yen içinde kalır” anlayışıyla hiç kimsenin yargı önüne çıkarılmaması, maktul yakınlarının acısına acı katmıştır.
Yaşanan olay o kadar acıdır ki sağ kurtulanlardan biri şoktan dolayı konuşamamış, ancak olayla ilgili bilgiler sağ kurtulan ikinci kişi Hacı Encü isimli kişiden alınabilmiştir. Ölenlerden 25 kişinin soy ismi “Encü”dür. Ama listenin sonunda kime ait olduğu bilinmeyen kol ve bacak ibaresi yaşanan dehşeti gözlerimizin önüne sermektedir.
Adaletin yerini bulmaması nedeniyle, Roboski kapanmayan bir yara olarak, hala dağlardaki karların beyazını kızıla boyamaktadır.
Mehmet Emin Özmen
Mehmet Emin Özmen