İslam’ın kurumlaşmaya doğru geliştiği andan itibaren ümmetin mahrem yerleri, gelir gider gibi kritik noktaları, en emin ellerde tutulmaya dikkat edilmiştir. Mesela mali işlerden sorumlu Bilal b. Rebah; davet ve diplomaside Mus’ab b. Umeyr, Ali b. Ebi Talip, Muaz b. Cebel, Ebu Ubeyde, Amir b. Cerrah, Ebu Musa El Eşari gibi en emin sahabiler bu kişilerdendi.
Hakeza yazışma ve elçilik işlerinde Ali b. Ebi Talip, Zeyd b. Sabit, Dihye b. Halife ve Abdullah b. Huzafe;
yayın (medya) işlerinden Hz. Ebu Bekir’in mahiyetinde oluşturulan bir komitede yer alan Hasan b. Sabit, Kab b. Malik, Abdullah b. Ravaha gibi dili keskin; ama verilen talimatın dışına asla çıkmayan şairlerden oluşurdu. Münafıklar asla bu işlere yaklaştırılmazdı.
Hulefa-i Raşidin döneminde de bu işler, aynen böyle devam etti. Özellikle Hz. Ömer döneminde Irak, İran, Cezire, Suriye, Filistin ve Mısır’ın fethiyle birlikte İslâm hâkimiyeti altına giren gayri Müslimlerin verdikleri fey, cizye ve ticaret malları gelirleri sonucunda artan gelirlerin adil bir şekilde Müslümanlar arasında dağıtmak üzere bir “Divan” teşkilatı kuruldu. Bu teşkilât, muharip güçleri kaydedip maaşa bağlamak ve bakılması gereken Müslümanların iaşesini düzene koymak üzere kurulmuştu.
İşte Hz. Ömer’in devlet gelirlerini kontrollü şekilde dağıtmak için kurduğu bu divan teşkilatı, bir devlet yapılanması olarak yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı. Bu teşkilat Emeviler ve Abbasiler döneminde başta askeri ve mali sahalarda çeşitli devlet hizmetlerine bakan müesseselere de isim olarak verilmiştir. Günümüzde buna “Hazine ve Maliye Bakanlığı” denilmektedir.
İlkin Medine merkezli, Arapların nesep silsilesini çok iyi bilen üç kişiden oluşan bir heyet, bu “Divan Defterleri”ni tutardı. Fakat daha sonra alan genişledikçe benzer divan defterleri Basra, Küfe ve Fustat gibi merkezlerde de tutulmaya başlandı. Zira bu bölgelerde Bizans ve Sasani devirlerindeki haraç divanları aynen tutuluyordu. Müslümanlar onların bu devlet yapılanması birikimlerinden de faydalandılar.
Ancak bu divan usulü devletin gelir ve gider muhasebesini tutma ve dağıtımını yapma işi için mevaliden yani Müslüman olmuş oranın yerli halkından daha çok istifade edilirdi. Bazen zor durumda kaldıklarında hizmet statüsünde zimmîlerden de istifade edilirdi. Fakat yetkili makamlara asla yaklaştırılmazdı.
Bir gün Hz. Ömer (ra), İran fethinden sonra oraya vali olarak atadığı Sad b. Ebi Vakkas’ın zimmî bir köleyi divan işlerinde yetkili kıldığının haberini alınca buna çok öfkelenir ve Sad’a derhal o köleyi görevden alması, yerine mevaliden birini tayin etmesi için mektup yazar. Sad b. Ebi Vakkas, halifenin mektubuna şöyle cevap yazar:
“Ey Müminlerin Emri! Bu köle öyle bir maharet sahibidir ki, bir parmağından on sanat çıkar, eğer biz onu bu işten çıkarırsak bütün divan işlerimiz durur; buna son derece ihtiyacımız var” diye cevap yazar. Hz. Ömer, mektubu alınca cevabı çok açık ve nettir: “farz et ki, bu köle öldü.” Hepsi bu kadar! Sad b. Ebi Vakkas ikinci mektubu alınca, derhal köleyi görevden alır.
Hz. Ömer’in en önemli özelliği en yakınları bile olsa ehil olmayanları devlet işlerine yaklaştırmamasıdır. Onun görevli tayini konusundaki sözü şöyledir; Kim ki bir adamı sırf sevdiği veya yakını olduğu için kamu görevine tayin ederse Allah’a, Resulü’ne ve müminlere ihanet etmiş olur. Kim kötü huylu facir bir adamı huyunu bildiği halde görevli tayin ederse o da tayin ettiği şahıs gibidir.
Hz. Ömer’den bir prensip olarak kalan bu usül, kimi zaman tam uygulanmış, kimi zaman da aksamış olmakla birlikte çoğunlukla bu esas korunmuştur. Gerek Emeviler, gerek Abbasiler ve gerekse Osmanlılar döneminde hiçbir zaman zimmî olan vatandaşlar devletin işleyiş ve mahremiyet arz eden makamlarına yaklaştırılmamıştır.
Bütün bu dönemlerde gayri Müslimlerin yani zimmîler, ödedikleri zimmet vergisi karşılığında düz vatandaş olarak İslam’ın hâkimiyeti altında yaşamışlarıdır. Onlara bir vatandaşlık görevi olan askerlik dahi yaptırılmadan can, mal ve ırzları Müslümanlarca korunmuştur.
Zimmîlerin kamusal alanda hiçbir yetkileri olmadığı gibi, halifeyi seçme hakkına da sahip değiller. Dolayısıyla devlet başkanı olamayacakları gibi, devlet başkanının seçilmesinde belirleyici de olamazlar. Zimmîlerin, diğer kamu hizmetlerinde görev yapmalarına ise İslam hukukçularının çoğu olumlu bakmış ve özellikle sanatsal alanda fevkalade onlardan istifade edilmiştir.
Hukuki meselelerini kendi aralarında halledebilecekleri gibi, İslami mahkemelere de getirebilirler. Bu konuda Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyrulmaktadır: "(Ey peygamber) Eğer (aralarında hüküm vermen için) sana gelirlerse ister onlar arasında karar verirsin ister kendi hallerine bırakırsın. Eğer onları kendi hallerine bırakırsan sana hiçbir şekilde zarar veremezler. Ama eğer bir karar verirsen onlar arasında adaletle karar ver." (Maide: 42
Bu ayetin hükmüne bakarak İslam hukukçularının büyük bir çoğunluğu din ve vicdan özgürlüğünün bir gereği olarak gayrimüslimlerin; aile, miras ve borçlar gibi dini inançla yakın ilgisi olan özel hukuk alanıyla bazı ceza hukuku meselelerinde kendi hukuklarına göre yargılama özerkliğinin bulunduğu görüşündedir.
Zimmîlerin Müslüman mahkemelere başvurmaları halinde ise, Müslüman mahkemelerin davalara bakıp bakmama yetkisi mahkemelere bırakılmıştır. Bu yetki doğrultusunda İslami mahkemeler uygun gördükleri takdirde bu davalara bakar, uygun görmedikleri davaları ise gayrimüslim yetkililerin bakması için iade ederler. Taraflardan birinin Müslüman olması veya konunun kamusal boyutunun bulunması halinde ise, davaya İslami Mahkemeler bakar.
Yine eğitim ve öğretim konusunda da kendi okullarını, ibadethanelerini açabilir, kendi dilleri ile inançları doğrultusunda çocuklarına istedikleri eğitimi vermekte serbesttirler.
İlk dönemlerde Müslüman toplumlara ciddi bir ekonomik kaynak sağlayan zimmîlik, ilerleyen yüzyıllarda Müslüman toplumun aleyhine gelişen bir ekonomik yapı ortaya çıkarmıştır. Onların askerlikten muaf tutulması, barış ve güven içinde salt üretime yönelmeleri sanayi, ticaret ve tarımda oldukça ilerlemelerine neden olmuştur.
Buna karşılık bitmek tükenmek bilmeyen savaşlarla uzun yıllar ailelerinden ve üretimden ayrı kalan Müslümanlar, hem nüfus hem de mali olarak ciddi can ve mal kaybı yaşarken, savaşlara katılmayan gayrimüslimlerin nüfus artışları da doğal olarak artmıştır.
Özellikle Batılı devletlerin, Müslüman devletlere karşı sanayi ve ekonomide bariz bir şekilde öne geçtikleri ve yeni silahlarla askeri üstünlük sağladıkları 17 ve 18'nci yüzyıllardan sonra ağır yenilgilere uğrayan İslam ülkeleri, sürekli fakirleşmeye ve yalnız kalmaya itilmişlerdir.
Sonuç olarak 20'nci yüzyılın başlarına gelindiğinde, fetihlerin sağladığı ganimetin kesilmesi ve üstüne üstlük savaşlarda büyük yenilgiler yaşanması nedeniyle Müslüman toplumlar büyük bir dağınıklıkla birlikte ekonomik sıkıntılar yaşarken, gayrimüslimler yaşadıkları ülkelerin tüm sanayi ve ticaretini ele geçirmiş ve büyük oranda sermayeye hakim olmuşlardır.
İşte bunu fırsat bilen batılı ülkeler, darda olan Osmanlılara baskı yaparak onlara “Tanzimat, ıslahat ve en son meşrutiyet gibi reformlar yaptırmaları sonucu, gayrimüslimlere getirilen eşit vatandaşlık haklarının verilmesiyle zimmîlik de tamamen tarihe karışmış oldu. Mehmet ŞENLİK
Mehmet Şenlik
Mehmet Şenlik