Size hayatın içinden ilginç ve ibretlik bir mesele anlatacağım. Kıssa da burada hisse de burada. Bir arkadaşım anlattı: “İstanbul’a gitmiştim. Orada ikamet ettiğini bildiğim, yaklaşık 25 yıldır da görmediğim/görüşmediğim kendisinden haber de alamadığım liseden bir arkadaşım vardı. Onunla görüşmek istiyordum. Nihayetinde çeşitli vesilelerle izini buldum ve kendisine ulaştım. Eski arkadaşım beni son derece nazik ve güzel bir şekilde karşıladı. Geçmiş yılların hatırını iyi tutmuştu. Beklediğimden ziyade bir vefa örneği sergiledi. Beni boğaza nazır bir tripleks villaya götürdü.(dubleks de demiş olabilir hatırlamıyorum) Ev ona aitti.
Fakir olarak bildiğim arkadaşımın ikbali yaver gitmiş, dünya nimetleri içinde yüzüyordu. Bu dikkatimden kaçmamış, arkadaşım da fark etmiş olacak ki anlatmaya başladı: (Hani filmlerde bu gibi sahneler şöyle başlar ya; Adamın elinde uzunca bir sırık, gözleri ufka dalar elindeki sırıkla yeri yavaşça eşeleyip anlatmaya başlar. Bizimkisi için de öyle bir sahne düşünebilirsiniz. Ve kaval ile başlayan duygusal bir müzik. Müziğimiz çalıyorsa okumaya devam edelim.)
İstanbul’a taşındığımda buraya yeni gelen birçok kişi gibi ben de çeşitli zorluklarla karşılaşmıştım. İşte böylesi zor bir dönemde hayatımı değiştirecek olan kişi, telefonumu çaldı. Telefonu açtığımda karşı taraf telefonun adabı muaşereti gereğince önce kendisini tanıttı; ‘Beni tanımadığını biliyorum. Ben seni Başur’dan arıyorum. İsmim falan oğlu falan. Ve bu telefon senin için bir sürpriz de olabilir. Bildiğin üzere Saddam Hüseyin bizi kimyasallarla vurduğunda binlerce Kürt gibi bizler de sizin tarafa gelmiş, size sığınmıştık. O zaman bizi sahiplenmiş ve ekstra düzeyde misafirperverlik göstermiştiniz. O zaman isminizi ve soy isminizi ezberlemiştim. Size ulaşmak için epey uğraştım nihayetinde sizin telefonunuza ulaşabildim. Kısmet bugüne imiş…’
Söylediği olaylar, işaret ettiği noktalar hepsi doğruydu. Ben de onu hatırlamıştım. O zamanlar kendilerine peşmerge dediğimiz telefondaki ses konuşmasının devamında maddi durumunun çok iyi olduğunu anlatmış ve benim kendisine İstanbul’da zengin işi bir ev satın almamı istiyordu. Uzun bir uğraştan sonra istediği vasıflarda kendisine bir ev bulmuştum. Çabalarımla da alım-satımı gerçekleştirmiştik. Bana teşekkür etti. O telefon yıllar sonra ikinci devre dostluğumuzun başlangıcı olmuştu.
Derken bir süre sonra beni bir kez daha aradı. Bu sefer başkası için ev almamı istiyordu. Benim aracılığım ile İstanbul’da kendisine bir ev aldığını Başur’da başka bir arkadaşına da söylemiş meğerse. Onun arkadaşı da kendisine: ‘O zaman muhtereme söyle bize de bir ev alsın…’ demişti. O da ‘tamam’ deyip isteğini bana iletti. Arkadaşına da bir ev alma zahmetinde bulunmamı istedi…
Ben de innâ lillâh we innâ ileyhi racî’un diyerek ona da zengin işi bir ev buldum. Ama bu sefer ben de uğraşlarım için kendisinden bir kâr payı almıştım. Bu satışı da gerçekleştirmiştik. Tabi Türkiye’de ev aldıklarını arkadaşlarına çevrelerine anlattıklarından onlar da Başurlu arkadaşımdan ricada bulunuyorlar o da taleplerini bana iletiyordu. Artık emlak işine girmiştim. Aldığım her ev için bir kâr alıyordum. Nihayetinde ekbele fiilinin masdarı olan ikbal ile tanışmıştım. Artık yavaş yavaş fakirlikle aramızda duvarlar örülüyordu. Yıllar önce yaptığımız iyiliğin karşılığını kat be kat almıştık...”
Evet, değerli okuyucu hiçbir iyilik boşa gitmezdi, iyilik yapan iyilik buluyordu. Orijinal iyilik cinsinin herhangi bir beklenti içinde olmadan yapılan iyilik olduğunu lieclillah liwechillah/Allah rızası için yapılan iyilik olduğunu belirtmekte de yarar vardır.
Nerede o “İyilik yap iyilik bul, kim kazanmış kötülükten” şarkısıyla büyüyen neslimizin çocukları…
Madem iyilik üzerinden gidiyoruz kendimize iyi bir soru soralım: Nasıl biriyim, sorusunu kendimize hiç sorduk mu? Ve bunun beraberinde getirdiği başka sorular… İyilik yapmak içimizden geçiyor mu? İmkânlarımız olduğunda iyilik yapıyor muyuz? Kendimizi fakir fukaranın-garip gurabanın yerine koyuyor muyuz? Koyduğumuzda içimiz cız ediyor mu? Muhtaç ve belengazları gördüğümüzde bir duygu yoğunluğu yaşıyor muyuz? Cevaplarımız evet ise iyi bir insanız, demektir. Cevabımız hayır ise taşlaşmış kalbimizi hayırlar ile yumuşatmamız evleviyatımız/önceliğimiz arasında yerini almalıdır.
Ve unutmayalım ki iyiler hep kazanır… Ne diyor Rabbimiz; “Önceden kendiniz için ne hayır yaparsanız onu Allah katında bulursunuz. Şüphesiz Allah yaptıklarınızı eksiksiz görür.”(Bakara, 110) Ve başka bir yüce ferman; "İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey midir?”(Rahman, 60)"
Yukarıdaki olayı kendisine anlattığım kayınbabam şunu söyledi: “O arkadaş yaptığı iyiliğinin karşılığını dünyada peşin almış, biz de o zamanlar birçok kişiye yardım etmiştik, ama böyle bir ikbal görmemiştik. Görünen o ki Allah, kendi rızası için yaptıklarımızı nasibimizi ahirete bırakmış”
O zaman ben de kayınbabama buradan şu ayeti hatırlatmış olayım: Welel axiretû xayrûn leke minel ûwla, wele sewfe yû’tîyke rabbû feterda… “Ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır. Rabbin sana verecek ve sen de razı olacaksın.” (Duha, 4-5)
Şu notu da düşmezsem olmaz. Yıllar sonra bazı teknik nedenlerden dolayı kayınbabam da onlara sığınmak durumunda kalmıştı. Onlar da kayınbabamı gönüllerine basmışlardı. Ve şimdi elhamdülillah Bakur ile Başur arasında kurduğu boğaz köprüsünden daha değerli bir gönül köprüsü de var. Allah onu da bu dünyada dostluk nimetlerinden faydalandırmıştır. Çünkü orada birçok dostu vardır artık. Dostluk para ile alınabilir mi?
İyiler hep önden gider…
inzar
inzar