Davamız; inkâra şartlanmışlara karşı karada inanç ve umut gemisi inşa eden Hz. Nuh’un davasıdır.
Davamız, en büyük put kırıcı, tevhidin babası, ateş imtihanından başarıyla geçmiş, kurban etmeyi ve kurban olmayı öğreten büyük öğretmen Hz. İbrahim’in davasıdır.
Davamız, önce yetim sonra prens sonra da kaçak ve nihayetinde peygamber olarak tarih sahnesinde yerini almış, Firavun (zorba iktidar) – Hâmân (çıkarcı bürokrasi) – Bel’am (aldatıcı din sınıfı) – Kârun (saptıcı servet) dörtlüsünün saltanatını yıkmış Hz. Musa’nın davasıdır.
Davamız, ölü gönülleri diriltici soluğun sahibi Hz. İsa’nın davasıdır.
Davamız, nihayetinde, özgürlük ve bilinç aşılayan, mükemmel ahlâkın kemâl noktasını yaşayan, bütün zamanlara gönderilen, son ve en büyük peygamber Hazreti Muhammed Aleyhisselam’ın davasıdır.
İslam, Hz. Adem’den başlayarak gelen semavi dinlerin son halkasıdır. İslam’ın kendisi nasıl ki parçalanamaz bir bütünün büyük bir parçası ise İslam’ın var ettiği medeniyet de kendi içerisinde parçalanamaz bir bütüne ve sürekliliğe sahiptir. Bahsedilen bütünlük ve süreklilik hem ilmi hem de amelidir. Bunları parçalamaksa mümkün değildir. Kur’an’ı alıp onu bize kadar getirenlerin birikimlerini almamak ya da tefsir usulünü alıp hadis usulünü almamak ya da Endülüs’ü almak ama oradaki felsefeyi almamak ya da Abbasileri alıp Emevileri almamak ya da tebliğ tarihimiz içinde Kuzey Afrika’yı alıp Hindistan’ı almamak mümkün müdür? Bu tür bir parçalamanın sonunda elimizde medeniyet diye bir şey kalmayacağı açıktır.
En büyük hedeflerimizden birisi de yüzde yüz iman ettiğimiz, bütün hücrelerimiz ile benimsediğimiz, özlemini en derinlerimizde hissettiğimiz, büyük bir özlemle uğruna koşuşturduğumuz ve bütün insanlığa şifa olacağına inandığımız İslam medeniyetinin yaşadığımız çağa yansımasıdır. Özgürlüğün ve adaletin egemen olduğu; despotizmin, tekelciliğin ve adaletsizliğin yıkıldığı bir dünyayı ancak böyle inşa edebileceğimize iman ediyoruz.
Müslümanlar iddialarını hayata geçirirken inanıyorlardı ki yeryüzünde yepyeni olan hiçbir şey yoktur. Her fikir, düşünce, eylem ve hareket daha önce mutlaka birileri tarafından dile getirilmiştir. Erdemli insanın vasıfları, evrensel bir ahlak tanımının mümkünlüğü, doğru eğitimin nasıl olması gerektiği, devletin ne üzerine bina edileceği, evrensel iyinin egemenliğini sağlama gibi konularda diğer medeniyet mensuplarının çokça fikirler geliştirdikleri malumdur. Bazı fikirler için doğru bir uygulayıcıya ihtiyaç vardı. İşte Müslümanlar o doğru uygulayıcılardı.
Müslümanlar medeniyet iddialarını gerçekleştirirken karşılarına çözmeleri gereken büyük sorunlar da çıkıyordu. Her dönem kendi sorunlarını da beraberinde getirmişti. Müslüman öncülerin karşılaştıkları sorunlara çözüm bulma yolları tarih boyunca hep aynı olmuştur. Bu konuda sayısız örnek olmasına rağmen biz kritik üç tanesiyle genel resmi ortaya koymaya çalışalım.
Bu sorunlardan ilki Peygamber Efendimiz’in hadislerinin toplanması meselesiydi. İslam düşüncesinin iki temel dayanağı vardır: Kur’an ve hadisler. Meselenin ciddiyetini doğru kavrayan öncü şahsiyetler hadisleri tedvine başladı. Hadisleri toplarken diğer hiçbir uygarlık ve medeniyette olmayan bir Ravi zinciri yöntemi geliştirdiler. Bu zincirlerle her hadisin Resulullah’a kadar sağlıklı bir şekilde gidip gitmediği kontrol ediliyordu. Bu sistem on yıllarca devam etti.
Dönemin öncü şahsiyetlerinden İmam Buhari de dönemindeki hadis birikimini iyi özümsemiş ve hadislerin aktarımını sürdüren muhaddislerden birisiydi. Buhari, hocasından sahih hadisleri toplamanın gerekliliğine dair bir şeyler işitince bu sorumluluğun altına girmişti. Buhârî, kendinden önceki yazılı ve işitsel hadis birikiminden sonuna kadar istifade ederek hadisler içerisindeki en sağlam ve güvenilir olanları tespit etti. Nihayetinde İslam dünyasında Kur’an’dan sonra en güvenilir kaynak konumunda olan kitabını yazmış oldu.
Medeniyetimiz büyüyüp geliştikçe sorunlar da artmaya devam etti. Mîlâdi 11. yy’da İslam dünyası Bâtınîlik, Kelam ve Felsefenin yoğun kuşatması altında idi. İslam dünyası siyasi ve sosyal bir kriz yaşıyordu. Dönemin alimleri savunma pozisyonunda gelen eleştirileri püskürtmeye çalışsa da pek etkili olamıyorlardı. İlim, kendisiyle amel edilen değil, münazaralarda kullanılan bilgi yığınına dönüşmüştü. Otobiyografisi olan El-Münkız Mine’d-Dalal’da itiraf ettiği üzere İmam Gazali de bu rüzgâra kapılmıştı. Büyük bir samimiyetle sorguladığı krizden “Allah’ın kalbine attığı nur” sayesinde çıkan Gazali, benimsediği medeniyetin de krizden çıkması için kendi öncülerinin birikimlerinden faydalanmaya başlamıştı. Bâtınîlik, Kelam ve Felsefe üzerine nihai sözlerini söylemeden önce konuyla ilgili daha önce yazılmış olan olumlu veya olumsuz bütün müktesebatı iyice okuyup kavramıştı. Yazdığı eserlerle Bâtınî, Kelami ve Felsefi etkiyi imha etmeye çalışmış ve büyük ölçüde başarılı olmuştu. İmhadan sonra ise yol gösterici olması bakımından zamanının en büyük İhya faaliyetlerine başlamıştı.
Üçüncü örneğimiz; Sosyoloji biliminin kurucusu İbn Haldun’dur. Onu özel kılan en önemli özelliği hiç kuşkusuz geçmiş tecrübelerle kurduğu ilişkide gizlidir. O sadece insanlardan değil, aynı zamanda insanlığın ortak geçmişi olan tarihten de yararlanmayı ve ders çıkarmayı bilmiş öncü bir şahsiyettir. Tarih, toplumların ortak hafızasını, tarihsel bilgi ise bireylerin ufukları inşa etmesinde kilit rol alır. İbn Haldun bir tarihçi olarak kendi döneminin sorunlarını düşünürken fark etti ki o dönemde aktarılan tarihi bilgilerde tutarsızlıklar var. Bunu da aşmanın tek yolu, aktarılan bilgilerin güvenilirliğini doğrulayacak bir bilgi sistemi kurmaktan geçiyordu.
Hadislere uygulanan Ravi Zinciri’ni Resulullah’la bağlantısı olmayan tarihsel bilgide kullanmak neredeyse imkansızdı. Zira tarihsel olaylar aynı hassasiyetle toplanmamış ve zamanla güvenilirliğini yitirmişti. Özellikle siyasi, ekonomik ve kabilevi çıkarlar işin içerisine dahil olduğunda bilgilerin güvenilirliği daha da darbe almıştı.
İbn Haldun, her bir tarihsel ve sosyal olayı geriye dönük ayrı ayrı incelemenin mümkün olmadığını biliyordu. O da okuduğu, gördüğü ve bizzat deneyimlediği bütün tarihsel birikimlerden yararlanarak genel sosyolojik ve toplumsal kurallar ortaya koydu. Bütün bunları Mukaddime isimli kitabında topladı. Devlete, iktidara, ülkelere, ekonomiye, eğitime, şehre, insanların genel eğilimlerine ve ilme dair yaptığı tespitlerin çoğunluğu bugün geçerliliğini koruyan görüşler içeriyor. İbn Haldun yaptığı çalışmalarla öyle bir iz bıraktı ki, bugün özellikle sosyal bilimlere ait bir konuda İbn Haldun’un söyledikleri dikkate alınmadan söylenen her şey eksik kalmış sayılıyor.
14 asırlık tarihimizde hangi alan olursa olsun yapılan çalışmaların geçmişteki birikim ve tecrübelerden bağımsız olmadığını görüyoruz. Büyük eserler ortaya koyan ve büyük işler yapan bütün şahsiyetlerin ortak özelliği budur. Ne İmam Buhari ne İmam Gazali ne de İbn Haldun yaptıkları çalışmalarda geçmiş tecrübeyi göz ardı ederek yola çıkmadılar. Onlar dahil bütün selef alimlerimiz ve öncülerimiz her ne yapmışlarsa geçmişin üzerine bina ederek yapmışlardır. İslam medeniyetini devasa bir yapı olarak düşünürsek onlar yapının genel planını bozmadan, öncekilerin koyduklarından farklı olmayan ama kritik yerlere denk gelen taşlar koymuşlardır.
Bugün İslam davasına bir şekilde katkıda bulunmak isteyen dert ve sancı sahibi Müslümanların önündeki yol bellidir. Öncelikle seleflerini iyi tanımalıdır. Kendinden önceki ilmi, ameli ve fikri müktesebatı iyice okuyup kavrayıp sindirmelidir. Bu adımları atmadan bir şeyler yapmak veya söylemek insan ve zaman israfına yol açacaktır. Nice dertli ve samimi Müslüman, usûl bilmeyen ve geçmiş birikimi iyi kavramayan kişilerin elinde telef olup gitmiştir. Kendimizi ve başkalarını israf etmek istemiyorsak öncelikle geçmişle doğru bir bağ kurmalı ve yol boyunca bu bağı korumalıyız.
inzar
inzar