Bir cumartesi sabahıydı. Gün doğmak üzereydi şehrin üstüne. İşe gidenlerin birer ikişer sokaklara döküldükleri bir vakit.
Binalar, uyuyan canavarları andırıyordu bu saatte. Beton işgalinden dolayı nemi ve kokusu kendi içine hapsolduğundan, nefessizdi toprak. Duvar çatlaklarına sığınmış arsız sarmaşıkların, kuytularda boy veren eğrelti otlarının dışında hayat belirtisini gösteren doğa ögesi yoktu etrafta. Defterimi çıkarıp üst köşesine şu dizleri yazdım:
“İçimizde dertlerimiz tonla/Kaldık şehirler dolusu betonla”
Servis araçlarının motor sesleri duvardan duvara yankılanıyor, uykuyu sevenlerin sinir uçlarına dokunuyordu yersiz çalınan kornalar. “Bir hafta sonumuz var, onda da uyutmuyorlar. Tatilde çalışma mı olur? Açgözlülük canım, bugün de para kazanmayıverin, ölür müsünüz?” diyordu bazıları. Öyle veya böyle, ses kirliliği çoğalacak ve çok geçmeden gergin, huzursuz bir güne uyanacaktı binlerce insan! Zamane toplumların kendi elleriyle ihdas ettikleri kalabalıklara has “stres” ikliminde devineceklerdi akşama değin.
Galiba şanslıydım. Çünkü her köşe başında müşterilerini bekleyen stres canavarı uyanmadan çıkacaktım şehirden. İlk durakta, belediye otobüsüne binen ilk kişiydim. Tabiatın bağrından geçerken dışarıyı en iyi görebileceğim koltuğu seçip oturdum. Cam kenarıydı yerim. Hem ön cepheden hem yan taraftan izleyebilecektim çevreyi. Bakıp göreceklerim, varsın az buçuk silsindi gözlerimin pasını.
Aylardan ekimdi. Zaman akıyor, ömür geçiyor, ben köy okuluna gidiyordum. Kurs verecektim öğrencilere. Dolayısıyla hafta sonu çalışanlardandım.
Birkaç durak boyunca yaşlı çiftler bindi araca. Kırgın, mahzun ve müteessirdiler. Anladığım kadarıyla hızlı geçen ömrün tükenmişliğine bir sitemdi arz-ı halleri. Ellerinde sepet, sepetlerinde çıkınları... Bükük bellerinde ise yılların bıraktığı ağırlık vardı.
Teyzeler uzun yelekle şalvar, amcalar ise gömlek ve şalvar giyinmişlerdi. Şehre ait değildi bu insanlar, fakat şehre mahkûmdular. Kimi öğrenci okuttuğu için kimi torunlarına bakmak için kimi de tek başına kalamadığı için yerleşmişlerdi merkeze. Hafta sonunu fırsat bilerek atıyorlardı kendilerini köye. Gençler tatil niyetine, yaşlılar ise iş için...
O gençlerden biri şehrin çıkışında bindi otobüse. Bir önceki sene mezun ettiğimiz öğrencilerimizdendi. Onu gördüğüme sevindim. Göz göze geliriz diye bekledim. Hiç bakmadı. Kendine yer bulma telaşındaydı, geçip çaprazıma oturdu. Yol uzundu, mutlaka fark edecekti beni. Bekleyecektim. Bekledim.
Evet, mevsim sonbahardı. Az evvel binen amca ve teyzelerin de son baharıydı sanki! Şimdi sakince, hallerine razı olmuş bir teslimiyet içinde sohbete dalmışlardı. İhtiyarların en çok biriktirdiği şey hatıralardı. Anlatmakla bitmezdi, ancak konuşmalar giderek seyrekleşti. Çünkü göz alabildiğine uzanan engebeli arazilere varmıştık artık. Gençler telefonlara, yaşlılar manzaraya daldılar.
Yaprakları renk değiştirmeye başlamıştı ağaçların. Özellikle ceviz ve incirlerin... Bağ bahçeler kızarmış meyveleriyle arz-ı endam içindeydiler. Tatlı bir sıcaklığın ve ılık bir esintinin eşliğinde esneyip duruyordu dallar. Arada bir mevsimin mayıştıran havasına kanıp bulunduğu yerden kendini boşluğa bırakan yapraklar oluyordu. Ben onların son anlarına tanıklık etmekten kederlenirken onlar, döne dolana savrulmanın hazzını yaşıyorlardı.
Bir yaşlılara baktım bir yapraklara, ne çok benzerlik vardı aralarında. Hayalde çağrışımlar oldu peş peşe. Dışarıda hazan içimde hüzün hâkimdi. Yüreğe dokunan mayhoş bir kasvet vardı yolculuğun seyrinde. Hep sevmişimdir bu iklimi!
İnsanı yoğun duygulara sevk eden koca bir mevsimi kelimelere sığdırmazdım; ama cümlelerimi onunla süsleyebilirdim. Çıkardım defterimi yeniden, yazacaktım içimden geçenleri:
Kursakta kalıyorsa heves
Serinse alnını öpen nefes
Kedere bulanmışsa her ses
Güz gelmiştir, haberin olsun.
Göğün engin maviliğinde en ufak bir leke yoktu. Hava serindi. Yılın bu vaktinde gök daha berraktı. Doygunluğa erişmişti toprak. Olgunlaşmıştı bitkiler. Çaprazda oturan öğrencim başını kaldırıp etrafa bakındı. Beni fark etmesi uzun sürmedi. Kalktı, sevinçle yanımdaki koltuğa geldi hemen. Tokalaşıp hal-hatır sorduk:
“Nasılsın Cemal, Neler yapıyorsun bakalım?
“Ne yapayım hocam, dün liseye kayıt yaptım, bugün köye dönüyorum işte.”
“Her gün gidiş geliş mi yapacaksın bizim gibi?”
“Yok hocam, haftada bir okula gidip yoklamada gözükeceğim, o kadar. O da diploma için. Yoksa okumaya hiç niyetim yok!”
“Neden?”
“Okula gitmeyi sevmiyorum hocam, köyde kalıp ticaretle uğraşmak istiyorum. Hayvan alım satımı yapıyorum zaten. Çarşının kalabalığı, her günü aynı geçen okul, can sıkıcı kurallar bana göre değil! Yıllarımı veremem.”
Açıkçası aynı fikirdeydim ben de. Fakat aksini savundum formalite icabı.
“Öyle deme Cemal’im, okul okumak iyidir. Meslek sahibi olursun. Şehirde iş imkânları daha çok üstelik. Herkes yönünü büyük kentlere dönmüşken sen aksini düşünüyorsun.”
“Sizinle aynı fikirde değilim hocam, insan nerede mutluysa orada yaşamalı, hangi işi seviyorsa onu yapmalı bence. Hem bunu bize siz de çok söylerdiniz.”
Kendinden emin konuşuyordu. Özgüveni yüksek, hedefi netti. Tecrübelerime dayanarak –Allah takdir ederse- başarılı olacağına gönülden inandım.
Derken, geçiyorduk vadilerin arasından. Otlar sararmaya yüz tutmuş, dağ başlarına tül tül sisler inmişti. Eski bir türküyü çalıyordu radyo. Yolculuğun keyif veren bir tarafı olsa da müziğin duygusundan ve doğanın mevcut görüntüsünden katre katre hüzün damlıyordu içimize. Cemal’in neşeli konuşmasına tebessümle karşılık versem de satırlarıma farklı hissiyatlar yansıyordu:
En doruklara konmuşsa sis
Ruhun ufkunu sarmışsa yeis
Yüreğini daraltıyorsa bu his
Güz gelmiştir, haberin olsun.
Ormanın sağına soluna yerleşmiş köyler görünmeye başladı nihayet. Kirlik, Belen, Karadiken... Her birinin durağına vardıkça inenler oldu. Çoğunlukla yaşlılar.
“Eee... Sizde durumlar nasıl hocam?”
“Ne olsun Cemal, eğitim-öğretim sezonunu açtık biz de. Ev ile okul arasında geçecek mesaimiz başlamış bulunuyor.”
“Bizden kurtulduğunuz için rahatlamış olmalı öğretmenlerimiz.” dedi gülerek.
“Yok, öyle düşünme Cemal, yokluğunuz çok belli. Yerinizi dolduracak bir sınıf bulamazsın okulda.”
“Biz de sizi unutmayacağız hocam. Üzerimizde emeğiniz çok. Nasihatlerinizi özleyeceğiz.”
“Teşekkür ederim, umarım faydalı olmuşuzdur.”
İç kısımlarda kalan köylerin yolları parke taşlarıyla döşenmişti. Ortamla uyumlu değildi fabrikasyon ürünler. Neyse ki orman ona da çözüm bulmuştu. Zira zeminin üstünü örtmüştü gazel. Rüzgâr etrafta ne bulsa süpürüp yola yığıyordu. Yapay taşlara galip gelmekten mutlu olmalıydı doğa! Neyse, Cemal konuşmaya ara vermişken içimde birikenleri deftere aktarmalıydım:
Gazel örtmüşse kaldırımları
Rüzgâr sallıyorsa tüm dalları
Yer, yağmura açmışsa kolları
Güz gelmiştir, haberin olsun.
“Söyle bakalım Cemal, en çok neyini seviyorsun köyün?
“Galiba en çok sakinliğini seviyorum hocam. Belki de hayat tarzını ya da doğallığını.”
“Evet, söylediklerin geçerli sebepler. Bir de okul olsaydı tam olacaktı.”
“Okumak zaman kaybIdır bana göre.”
“Nasıl?
“Hocam iki yılda öğrenebileceğimiz şeyi sekiz yılımıza mal ediyorlar.”
“Büyük bir iddiada bulunuyorsun Cemal, neden böyle düşünüyorsun ki?”
“Ablam sağlık bölümünü bitirdi hocam. Kan almadır, serum bağlamadır, yara temizlemedir, ilk müdahaledir, aşı, pansuman ve sair... Hepsini iki yılda uygulamalı olarak öğrendi. Fakat diploma ve atama için dört yıl liseden sonra dört yıl da üniversite okudu! Bence okul sürecinin yarısı oyalamadan ibaret. O yüzden okula bağlı kalmak istemiyorum.”
“Sistem böyle!” diyerek kestirip attım. Fakat Cemal haklıydı. Her bölümde alakasız ve gerçek hayatta bir karşılığı olmayan derslerin olduğu bir hakikat idi. Uzunca tartışılabilecek bir mevzuydu eğitim sistemi. Ancak şimdi sırası değildi. Dikkatimi tamamen dış dünyaya vermiştim.
Geniş yapraklı ağaçlar en güzel renkleri sergileme yarışına girmiş gibi süslenmişlerdi. Adı sanı konulmamış tonlarıyla ormanı seyirlik tabloya çevirmişlerdi. Mevsimin tesirinden dolayı renklerin bir de yansıttığı müphem duygular vardı. Hâsılı, kalbin gündemi gözün gördüğüydü. Üstelik fazla mesafe kalmamıştı okula. Kelimeler çağırıyordu beni. Bekletemezdim:
Renkler dökülmüşse doğaya
Kanat açmışsa kuşlar semaya
Firak cemresi düşmüşse havaya
Güz gelmiştir, haberin olsun.
Görünüşe göre aykırı tutumlara sahipti Cemal. Kime sorsanız mutlaka okula devam etmesi gerektiğini söylerdi. Güya kendine yazık ediyordu. Oysa koca otobüsün içinde en mutlu olanımız oydu. Gözleri ışıl ışıldı, yüreği kıpır kıpır... hayatının baharında, umut dolu düşüncelere sahipti.
Parmaklar kırmızı butona dokundukça, “Duracak” yazısı aktive oldu. Üç beş kişi kalana değin tekrarlandı mahut rutin.
Bir sonraki durak bizimdi. Çantamı toparlamaya başladım. Kalem ile not defterim dışında, hepsi tamamdı. Ayrılma sırası bize geliyordu. Cemal, ne yazdığımı sormadı bile. İlgisiz davranması doğru bir tavırdı. Aksi takdirde davranışları yapmacık olurdu.
“Durağa yaklaştık Cemal; bir isteğin, bir diyeceğin var mı koçum?”
“Sağlığınızı isterim hocam, Allah razı olsun.”
“Sen de sağ olasın. Görüşmek üzere...”
“Güle güle hocam, iyi dersler!”
Cemal’in şahsında -çoktan geçip gitmiş- ilk gençlik yıllarımı hatırladım. O, mutluydu. O, ne istediğini biliyordu. Güler yüzü, yaşama hevesini ele veriyordu. Ben o kadar şanslı değildim elbette. İş seçme, bağımsız hareket etme gibi bir lüksüm olmamıştı. Hangi işe gönderseler gitmiştim. Doğrusu tekrarı istenmeyecek kadar kötüydü o yıllar. Ne ki geçmişe duyulan özlem yaşanmışlıklardan bağımsız sürdürüyordu etkisini. Çocukluğumuzun, gençliğimizin ve bizimle yaşarken kaybettiklerimizin sürüyle hatırası vardı dünlerin içinde ki, dünlere ulaşmak imkânsızdı! Geriye bir sızı kalmıştı geçmişten.
Ben aracın içinde, araç doğanın içinde, doğa satır satır yüreğimde... İç içe geçmiş bir sarmalın kıyısından geçerken anların ve anıların etkisinde kalıyordu gönül. Madem öyleydi, son satırlara yansımalıydı tesiri:
Hasret bağlamışsa bileklerini
Sitemli sözler dolamışsa dilini
Muğlaklık hissi bükmüşse belini
Güz gelmiştir, haberin olsun.
inzar
inzar