İnsan ile kâinat, yaygın olarak, sırasıyla küçük ve büyük âlemler şeklinde resmedilerek aralarında temsiliyetler kurulur. Kâinat yapısı itibariyle belli unsurların terkibinden teşekkül ederken ilahi yasa gereği sebep sonuç ilişkisi etrafında işleyişini sürdürür. Bu yapı ve işleyişteki düzenin temelinde doğa yasası, kozmik adalet vardır ve yasa koyucu ve yegane adaletli olan ise Allah’tır. Benzer şekilde küçük âlem olarak tasvir edilen insan, toplumdaki yapının çekirdeğini teşkil ederken yardımlaşma ve dayanışma pratiği toplumsallığı meydana getirir. Yardımlaşma ve dayanışma ruhu ise dil, kültür, din, medeniyet, tarih/hafıza ve mülk asabiyeti gibi yapılarca, aidiyetlerce şekillenir. Bu gibi yapıların temelinde toplumsal inşa gerçekleştirildiği ya da sosyal adalet indeksinde toplumsal birliktelik inşa edildiği takdirde insan ile kâinat arasındaki temsiliyet mâkul ve makbul olur.
Allah, kâinattaki yapı ve işleyişte, normal şartlarda, her şey yerli yerinde olacak şekilde kozmik adaleti hâkim kılmıştır. Bu kozmik adalet öncelik sonralık ilişkisi bakımından evvela doğrudan Allah’ın iradesiyle gerçekleşmiştir, gerçekleşmektedir. Yani Allah, evrendeki düzenin başında, ortasında ve en nihayetinde yasa koyucu olması bakımından müdahildir. Ancak toplumdaki sosyal, anayasal, mülk gibi adalet idrakinin inşası, doğrudan Allah’ın iradesinde değil, Allah’ın halifesi olarak insana tevdi edilmiştir.
Diğer bir tarifle Allah, evrendeki düzenliliğin ve toplumda sosyal adaletin korunması mesuliyetini insana vermiştir. Bu vazife, evvelden, varoluştan önce Allah ile insan arasında sözleşmenin gereği olarak, insanın imtihan ediliş sırrıyla açıklanabilir. Böylece insan, hem faktör hem aktör olarak, evrendeki tabii ve toplumdaki sosyal adaletin nöbetçisidir ve buna yönelik her türlü muhalif tutumun, zulmün karşısında olmakla mükelleftir. Dahası toplumda sosyal düzenin evrende kozmik adaletin tesisi insan için dinî bir sorumluluktur. Bu sorumluluk aynı zamanda insanın varlığını, varoluşunu anlamlı kılan biricik gayedir ve bu gayeye ulaşmak için belirlenen, öncelenen hedefidir. Böylesi bir gaye ve hedef tefrik edilmiş insanın insan olması, farz-ı muhaldır, yitiktir, bitiktir.
Kişinin varlık ve varoluş gayesi, büyük-küçük evrende, kozmik adaletin şâhidi ve sosyal düzenin tesisinin aktörü olarak kendini gerçekleştirmektir. İnsanın kendini gerçekleştirmesi, zihnen, ilmen ve cismen gibi birçok sahnesi olmakla birlikte Allah katında en mâkul ve makbul olanın ise kozmik yasa ve sosyal adalete yönelik meydan okuyuşlara, karşı çıkışlara, fesâd çıkaranlara karşı varlığın birliği vetiresinde tutum almaktır, saf belirlemektir, eyleme geçmektir; bu uğurda şehid olmaktır.
İnsanın evrende işgal ettiği en önemli vazifesi çağa, mekâna, olan-bitene yönelik şehadetidir, tanıklığıdır. Bu tanıklık, salt olgusallıkla ilişkili bir gözlem değil, bilmek eylemektir ilkesi gereğince şehitliktir. Buna göre insan için şehitlik, Allah katında, insanın kendini gerçekleştirmesi noktasında en ulvî makamdır. Zira şehid, Allah indinde, kozmik yasaya ve sosyal adalete mutabık ya da muğayir hareket edenlerin tanıklık edenidir, görenidir. Bununla birlikte şehidler, Allah’ın kendilerine tevdi edilen mesuliyet(ler)i yerine getiren kâmil insanlar olduğundan dolayı toplumsal birliktelik için de örneklik, önderlik teşkil ederler. Çünkü şehid olmak, Allah’ın şâhidi olarak, kozmik yasa ve toplumsal adalete karşı olan her türlü zulüm ve baskıya boyun eğmeyerek, bunlara teslim olmayarak kahramanca direnerek, cihat ederek kendinden vazgeçmektir. Şehitlik öyle yüce bir mertebe ki şehid olanın kul hakkı dışında bütün günahları bağışlanır, yaygın görüşe göre günahları bağışlandığından yıkanmaz-cenaze namazı kılınmaz, cennete ilk girendir, 70 kişiye şefaat edebilendir.
Evet, şehid, şâhid ve şehâdete dair kalem, bilumum şeyleri, bilmeleri, olayları, bu satırlardaki ifadelerin, yargıların tanığı iken; söz konusu Gazze, Kudüs, Cenîn, Râmallah velhâsıl Filistin olunca tanıklık, her şeyi yerli yerinde (adaletle) tabir ederek tarif edemez oluyor. Zira tanıklık, mesuliyet gerektirdiğinden kalem satırdan sütuna geçemez oluyor.
Gazze, gerek tarihsel hafıza ve metinlerde örneği bulunmayan her türlü kayıt dışı ve insanlık ötesindeki barbarlığın, kozmik karşıtı kaosun, soykırımın yaşandığı ve bahusus kalemin tanıklık etmekten haya-utanç duyduğu, zulmün her türlüsüne maruz kaldığı coğrafya, mekân…
Gazze, insanlığın ve insaniyetin yitirildiği, zulmün kalemle tabir ve tarif edilmediği, aklın idrak etmekten nakıs kaldığı ya da güçlük çektiği çıkmazların diyarı, olayların analitik çözümlemesinin dumura uğradığı yer, uluslararası tüm sözleşmelerin geçersiz olduğu adres…
Bizler, insanlık, insaniyet, her ne kadar yerli yerinde Gazze’ye şâhitlik etmez isek de Gazze şehidleri, hem dünyada hem de ahirette bizim şahidlerimizdir ki, şehadet ettiklerini çoktan adaletin gerçek sahibine, Hak Teâlâ’ya iletmişlerdir. Öyle ki vay halimize.
Gazze şehidlerinin, Allah’ın huzurunda, tüm insanlığın ve özellikle Müslümanların davranış, söylem ve eylemlerine tanıklıkları düşünüldüğünde; o vakit kozmik yasa ile sosyal düzenin halifesi olarak Allah ile yapılan misâkın hükmü nerede?...
Gazze, her ne kadar kalem yazamaz olsa, şer ittifakları birlik olsa, insanlık sessiz kalsa da, her şeye rağmen şimdiden, er geç yakın gelecekte insanlığın, Müslümanların tanığı, önderi olacaktır. Gazze’deki haklı mücadele, tarihte Bedir, Uhud ve Hendek cihadları gibi nesilden nesile aktarılacak; Gazze şehitleri de Hz. Zekeriyya, Hz. Yahya, Hz. Yasir, Hz. Sümeyye, Hz. Hamza ve Hz. Ali gibi birer kahramanlar olarak dilden dile hikaye edilecektir.
Böylece Gazze mücadelesi ve şehidleri toplumsal birliktelik ve beraberlik arayışımızda dağılan sosyolojik bağlarımızı yeniden perçinleştirecektir inşallah.