Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla…
Kavramlar, bir olayı anlatmanın yapı taşlarıdır. Bir meseleye en temel anlamıyla mana veren husus yine kavramların kullanılış biçimidir. Dolayısıyla konu ne olursa olsun bilinçli ve şuurlu Müslümanlar olarak kavramlarımızı mercekle seçmek zorundayız.
Bu bağlamda her zaman gündemimizde olan Filistin meselesi de bunlardan biridir. Filistin ve özelde Gazze şeridi, duyarlı Müslümanların öncelikli meselesidir. Müslümanları, bir vücudun azasına benzeten Peygamber Efendimiz, Müslümanların derdi ile ilgilenmeyeni de bu topluluğun dışında kaldığını vurgulamıştır. Dolayısıyla şuurlu Müslümanlar bu konuyu ana gündemi yapmaktadır. Hele ki 7 Ekim’de başlayan ‘Aksa Tufanı Harekatı’ndan sonra bu durum daha da bir önem arz etmektedir.
Öncelikle şunu ifade etmek gerekiyor. Filistin sorunu diye bir sorun, hiçbir zaman da olmamıştı. Yahudiler, Filistin topraklarına gelene kadar da bu böyle devam etti. Zeytin ağaçları ile meşhur bu bölge, belki de Ortadoğu’nun en sükûnetli coğrafyasıydı. Peygamberlerin kıblegahı Mescid-i Aksa’nın verdiği bereket ve huzur bu bölgenin saadet vesilesi idi. Fakat Yahudiler, Kur’an’ın da ifadesi ile gittikleri yerlerde bozgunculuk, taşkınlık ve fitne çıkarmaları ile tanınan bir kavimdir. Yine Kur’an’ın ifadesi ile ‘Zillet damgası’ ile mühürlenmiş olan bu kavim, mezkur bölgeye de taşkınlıktan başka bir şey getirmemişlerdir.
Yahudilerin bölgeye geliş dönemleri göz önüne aldığımızda, bir istila ve işgal politikası izlediklerini net bir şekilde göreceğiz. Mesela, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından Filistin topraklarındaki Yahudilerin oranı yüzde 10 iken, bölge demografisi kısa sürede planlı ve programlı bir şekilde değiştirildi. Dünyanın çeşitli ülkelerinden toplanan Yahudiler, bu süre zarfında Filistin topraklarına getirilip istihdam edildi. Heterojen bir kültüre sahip olmalarına rağmen bir arada yaşayabilmenin amaç ve gayesini oluşturan bu topluluk, Filistin’e göç etmenin dini bir boyutunun da var olduğu propagandasını yaparak bölgeye daha fazla Yahudi getirdiler.
Yahudilerin böylesine bu bölgeye akın etmeleri, 1897 yılında İsviçre’de gerçekleşen bir konferansın arka planıydı. Bu konferansta, Yahudiler için ulusal bir vatan kurmaya karar verdiler ve Filistin’i seçtiler. Bu konferansta ki anlaşma kapsamında Yahudiler 1. Dünya Savaşı’nda İngiltere’den yana olacak, bunun karşılığında da İngiltere, Yahudilere devlet vaat edecekti. Bu anlaşma 1917 yılında Balfour Deklarasyonu ile ortaya çıktı. Plan 1897’de başladı ve 1917’de uygulamaya konuldu. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere Filistin’i mandası altına aldı. Bu aşamadan sonra İngiltere, Filistin’e İngiliz vatandaşı Yahudi bir yönetici atadı. Bu yönetici, peyderpey bu bölgelerdeki toprakları Yahudilere peşkeş çekti. Şunu da ifade etmekte fayda var ki; Bu yaşanan gelişmelerden habersiz olanların, ‘’Filistinliler topraklarını sattı’’ tezviratlarını dillendirmesi, cehaletlerinin katıksız olduğunun bir ispatıdır.
Tarihi veriler göz önüne alındığında, Yahudilerin salt Filistin bölgesinde bir sorun olmadıkları da net bir şekilde görülmektedir. Hemen gittikleri her bölgede, yaptıkları fesat ve çıkardıkları taşkınlık neticesinde o bölgelerden sürülüp kovulmuşlardır. Hatta bugün onları destekleyen ülkeler olan Fransa, İngiltere ve Almanya gibi ülkelerden bile kovulmuşlardır. 1290 yılında İngiltere’den, 1240-1933 yılları arasından 13 defa Fransa’dan ve 1614-1933 yılları arasında da Almanya’dan 3 defa kovulmuşlardır.
Şu bir gerçek ki, ’Filistin Sorunu’ diye bir sorun yoktur. Bu bölgede, siyonistleşmiş ‘Yahudi sorunu’ vardır. Nitekim çağımızda Yahudiliğin dinamikliği, Siyonizm üzerine kuruludur. Dünya üzerindeki çok azı müstesna Yahudilerin umum ekseriyeti, Siyonist ideolojiye sahiptir. Dini öğretilerini, ideolojileştirmiş bir topluluk mevcuttur. Bölgede, İsrail’in bir devlet olarak ilanı ve doğuşu da siyonist hareketin özgün siyasi hedefinin gerçekleşmesi anlamına gelmektedir. Zira siyonizmin bir ideoloji olarak varlığını sürdürmesi, yahudi göçünün devamını destekleme ve yeni devletle dünya yahudileri arasında kültürel bağları ilerletme doğrultusunda faaliyet göstermektedir. Dolayısıyla, bölgede varlık gösteren siyonist şebeke, katliamlarını, işgal ve zulümlerini bu ideal üzerinde devam ettirmektedir.
Bununla birlikte şu anda mevcut olan işgal rejiminin ilk temelleri de siyonistlerden oluşan terör örgütleri tarafından atılmıştır. 1920-1947 yılları arasında kurulan ve siyonist yahudilerden müteşekkil olan Haganah terör örgütü, bunların ilkidir. Akabinde, Irgun ve Stren isimli terör örgütleri kurulmuş ve bölgede ki ilk katliamlar ve zulümler, bunların eli ile gerçekleşmiştir. 14 Mayıs 1948’de, işgalci rejim Nakba’yı açıkladıktan sonra, bu terör örgütlerini resmi olarak kendi bünyesini almış ve bunları emniyet teşkilatında istihdam etmiştir. Yani işgalci çetenin varlığı, tamamen terörist tarzda oluşmuş ve halen de bu şekilde devam etmektedir.
Hâsılı; tarihleri boyunca zulüm ve tuğyanda haddi aşmaları, onları helak ve tufanlara müptela kılmıştır. Bu bazen, Sina çölünde 40 yıl boyunca serkeş vaziyette gezinmek oluvermiş; bazen çekirge, kurbağa, sinek gibi canlıların istilasına uğramak olmuş; bazen de, Aksa Tufanı harekatında olduğu gibi bir sabah vaktinde, müstahkem sınırlarının alaşağı edilmesi ve sağlam binalarının içerisinden korku ve ürperti içerisinde kaçınmaları olmuştur.
İman ve iradesiyle direnen Müslüman halkın sa’y ve gayreti ile bölgede bir daha siyonist/yahudi sorunu kalmamasını Rabbimizden niyaz ederiz!