Ey Karî!
Üstad, 1911`de te`lif ettiği "Münâzarat" isimli eserinin bir yerinde bize, hususen aziz gençlere hitaben şunları der, aslında demez, adeta haykırır:
“Ey üç karn sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş sâkitâne (susarak) benim sözümü dinleyen, bir nazar-ı hafi-i ğaybi (ğaybi bir nazarla) ile bana temâşâ eden Said, Hamza, Ömer, Yusuf ve saireler! Size hitab ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “sadakte” (doğru söylüyorsun) deyiniz. Ve demek size borç olsun!
Şu muasırlarım varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mâzî dairelerinden sizin yüksek istikbâlinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir bahardasınız. Şimdi ekilen tohumlar, zemininizde çiçek açacaktır. Benim hizmetimin ücretini, sizden şunu beklerim ki: Mâzî kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarıma uğrayınız. O çiçeklerden birkaç tanesini mezar taşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız. Kapıcısına tembih edeceğiz, bizi çağırınız!..
Şu zamânın memesinden bizimle süt emen, gözleri arkadan mâzîye bakan, tasavvuratları kendileri gibi hakikatsiz ve ayrılmış çocuklar, şu kitabın hakaikini hayal tevehhüm etsinler. Zira benim vüsûkum (kesin kanaatim) var ki, şu kitabın mesaili hakikat olarak sizde tahakkuk edecektir.”
Üstad bu sözleri bundan bir asır kadar önce söyler. O zamanlar 35 yaşlarında, olgunluğunda, bir genç âlimdir. Hürriyet ismiyle meşhur meşrutiyet(Üstad`ın ümit ve beklentisi meşrutiyet-i meşruadır.)in üçüncü yılıdır. İstanbul`dan Kürdistan`a doğru bir yolculuğa çıkar. Van, Hakkâri, Bitlis, Şırnak gibi mıntıkalarda meskûn Kürt aşiretlerini ziyaret eder. Onlara bazen ders, bazen müzakere, bazen de tartışmalı sohbetler şeklinde meşrutiyet-i meşruayı, yani şeriata dayalı yönetim sistemini anlatmaya ve çağın lisanıyla kavratmaya çalışır. Daha sonra Diyarbakır, Urfa gibi yöreleri de gezerek Suruç üzerinden Şam`a geçer. Şam, o zamanlar Osmanlı yönetimindedir. Yani Şam`la aramızda bugünkü sun`i sınırlar yoktur. Üstad’ın `Eski Said` tabir ettiği o yılları siyasetle iç içe olan yıllardır. O dönem eserlerinden anlaşıldığı kadarıyla Üstad, bu yıllarında bir hayli hareketli ve de hararetlidir. Ümmetin neden geri kaldığı ile ilgili önemli tespit ve çözüm yollarının bulunduğu ve baştan sona İslam âleminin siyasi ahvaline temas eden meşhur Hutbe-i Şamiye`sini bu yolculuk esnasında Şam Emevi Camiinde irad eder. Burada bir müddet kaldıktan sonra İstanbul`a avdet eder. İstanbul`da "Münâzarat" ve "Muhakemat" isminde iki önemli eser neşreder. "Münâzarat" tamamen bu uzun yolculuğun meyvesi olarak boy verir. Kürdistan`daki siyasi, içtimai ve dinî gözlem ve düşüncelerini kendine özgü bir üslubla bu eserine aktarır. Çöküşten çıkışa doğru birçok çözüm yollarını önerir.
"Münâzarat"tan aldığımız yukarıdaki sözler, oralardaki muhatablarıyla yaptığı uzun sohbet ve tartışmalardan sonra sarf edilmiş sözlerdir. Aslında "sözlerdir" deyip geçmemiz basit kalıyor ve merama tam hizmet etmiyor. O zamandan bir yüz çevirme, bir sitem, hatta bir ilişki koparma ve ardından yüz küsur sene sonraya, yani bugünkü çocuklara, yani bizlere hususen de gençlere yönelik bir sesleniş, bir haykırış ve bir müjdedir, dememiz çok daha isabetli olur.
Bir hayli sohbet, izahat ve tartışmadan sonra, Üstad muhatablarına diyor ki: "Herkeste din-i hakka bir meyl-i taharri uyanmıştır. Demek istikbâlde nev`-i beşerin din-i fıtrisi İslâmiyet olacağına berâatü`l-istihlâl vardır." Yani herkeste hak din olan İslam’ı araştırma, tanıma, bilme arzusu uyanmıştır. Demek ki istikbalde insanlığın -fıtratına uygun olduğundan dolayı- hakiki dinleri İslamiyet olacağına dair işaret ve müjdeler vardır. Yani İslami hakikatler insaniyete hâkim olacaktır... Ümmetin çöküşte zirve yaptığı o günlerde bu sözleri sarf etmek gerçekten bir cesaret işidir. Nitekim muhatabları, adeta kendisiyle istihza ediyorlar. Ve adeta kendisini azarlıyorlar: "(sen, diyor,) ifrat ediyorsun, hayâli hakikat gösteriyorsun. Bizi de techil ile tahkir ediyorsun. Âhir zamandır, gittikçe daha da fenalaşacak." Böyle diyorlar: "Aşırı gidiyorsun. Hayâl görüyorsun. Bizi cahillikle aşağılıyorsun. Kaldı ki ahir zamandır, durum daha da kötü olacak...
Ne kadar da tanıdık sözler... Çok değil, 30-40 sene önce Türkiye`de ve dünyada Müslümanların bugünkü kazanımlarından söz edilecek olsaydı, aynı itirazlar ve ithamlar olacaktı. Daha da yakına gelelim; Kürdistan`daki İslami uyanış ve dirilişin bugününden 9-10 sene önce bahsedilseydi sizinle alay edip gülerlerdi. Nitekim bunların birçoğu hayatta ve hamd olsun birçoğu da bu uyanış ve dirilişin saflarındadır, işte insan budur! Bilmediğine düşman, görmediğine münkirdir...
O günün algı ve anlayışından feryad u figan eden Üstad, "üç karn sonraki yüksek asrın arkasında susarak" kendisini dinleyen bugünün Saidlerine, Hamzalarına, Ömerlerine, Yusuflarına seslenerek diyor ki: "Ne yapayım, acele ettim kışta geldim, siz cennet-âsâ bir bahardasınız." Yaşadığı dönemi kış olarak değerlendiriyor. Hangi kıştan söz ediyor Üstad!? Niçin kıştır? Nasıl kıştır? Bunun cevabı onun yaşadığı dönemde saklıdır. Onun zamanına ve şartlarına gitmek gerekir. Ahalinin İçtimaî, siyasî ve dinî ahvalini iyi bilmek gerekir. Yoksa onun yakındığı kış ile bize müjdelediği bahar arasında irtibat kurmak zordur, zor olacaktır.
Âcizane, onun "Bana temaşa eden Said, Hamza, Ömer, Yusuf ve saireler! Size hitab ediyorum..." Haykırışını her okuduğumda, dört bir yanımdan tatlı ve bir o kadar da anlamlı esintiler esip duruverir. Fikrimde bir canlanma, ruhumda bir hareket, amelimde bir hararet oluşuverir. Üstad`ın zirvelerine kurularak üzerinden bizlere haykırdığı Kürdistan dağlarının yüz yıl önceki siretine uzanırım. Haykırışına, aynı tonda, buyur, derim. Üstadım, haykırışın ulaştı, meydanlardayız, derim… Ama bakıyorum ki, bu haykırış, beni bütün benliğimle kuşatmışsa da, aslında beni aşıp yutan bir haykırıştır, böyle bir yanı var... Ben bu haykırışı daha genç ruhlulara yakıştırıyorum. Yani en fazla hizmetin aşkıyla tutuşup yanmakta olan genç ve deli-kanlı Saidlere, Yusuflara, Hamzalara, Ömerlere ve sairelere yakıştırıyor, onlara olduğuna hissediyor ve daha ötesi inanıyorum.
Şu halde ey Üstad`ın asîl muhatabları olan genç Saidler! Yaşadığınız bu mevsim kış ve hatta karakış olsa da siz cennet-âsâ bir baharın tam nevruzundasınız. Üstad`ın Kürdistan`ın sarp ve yalçın dağ ve yumuşak ruhlu iklimine, zeminimizde yeşersin diye ektiği tohumlar bugün çiçek açmış bulunmaktadır. "Ekilen tohumlar zemininizde çiçek açacaktır." Fakat Üstad, aynı zamanda bizden, sizden bir ücret de istiyor. Haykırışı öyle boşuna değildir…
Diyor ki: "Benim hizmetimin ücretini, sizden şunu beklerim ki; mâzî kıt`asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarıma uğrayınız. O çiçeklerden birkaç tanesini mezar taşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız. Kapıcısına tembih edeceğiz, bizi çağırınız!..." Metni okurken beni en fazla heyecanlandıran cümlelerden biri de budur. "Mâzî kıt`asına geçmek" nereden olacak? Hangi yol, hangi köprü, hangi güzergahtan olacak!? Elbette ruhlar âleminden şu şehadet âlemine geçerken ve elbette şu şehadet âleminden (yani hal ile beraber, Üstad`a göre, istikbal(ımız)den mazi âlemine, yani onların saflarına doğru giderken... İyi, güzel de Ey Üstadım, hangi çiçeklerden söz ediyorsun? Saidler, Yusuflar sana hangi çiçekleri getirip arz etsinler? Sümbül mü, karanfil mi, yasemin mi, yoksa susa mı, hayır, kardelen istersin! Yoksa lale mi? Hangisini!? Bazıları saadet alametlerinden söz ediyor, bunlar nasıl bir şey? Diyorsun ki: "Ey yüz sene sonra gelenler! Şu kal`anın başında bir medrese-i Nuriye çiçeğini yapınız. Cismen dirilmemiş, fakat ruhen baki ve geniş bir heyette yaşayan Medresettü`z- Zehra`yı cismani bir surette bina ediniz..." Anladığım şu ki, sen Allah ve din uğrunda verilmesi gereken bir mücahede ve bir mücadeleden söz ediyorsun. Allah yolunda yapılan hizmeti ve marifetullah`a açılan caddede yürümeyi çiçekler olarak tarif ediyorsun. Demek ki bugünün Said ve Yusuflarından, Hamza ve Ömerlerinden Allah ve Kur`an yolunda mükemmel bir hizmet, yani hoş, güzel, cazib, etkileyici ve kuşatıcı bir çiçek istiyorsun…
Kabul ki, 1900`lerin başlarından, yani bu sözlerin sarf edildiği zamandan ha şu zamana kadar, Üstad`ın "ektim" dediği tohumlar, farklı zeminlerde renkleriyle, kokularıyla, arz-ı endam ve şekl u şemalleriyle, hoşluk, letafet ve güzellikleriyle muhtelif sıfat ve alametlerde açılıp boy vermiş ve lillahilhamd hâlâ da en gür sedasıyla açılıp boy göstermektedir. Ve inşaallah daha da gürleşecektir.
Hususen Kürdistan`dan bu aralar o baharın en latif ve en etkileyici yürüyüşünü, dirilişini müşahede ediyoruz. Aslında çiçekler başka başka da açabiliyor. İslami hizmetin çiçekleri bazen ve çoğu kez şehidler oluyor, bazen ve ekseriyetle muhacirler olmakta ve etkileyici hizmetin ayrılmaz niteliklerinden biri de zindanlar oluyor. Evet, bunların her birisi de zaman ve zemini oluştuğu an boy veren, arz-ı endam eden çiçeklerdir. Belki de kokuları, renkleri, şekl u şemalleri en etkileyici, en makbul olan çiçeklerdir.. Nitekim Şehid Sülhaddin Ağabey-Allah gani gani rahmet etsin- Üstad`la ilgili yazdığı bir şiirinde bu çiçeklerden söz etmiş ve Üstad`a hitaben "Em fahm dikin gül şehidin" diyerek çiçeği şehide yormuştur. Şehid, çiçekleri şehid olarak yorumlarken "zamanının çocuğu olarak" çok isabetli bir tercih yapmıştır. O bunu yazdığında Amed zindanında beraberdik ve 1992`yi 1993`e bağlayan kış aylarındaydık. Bu ise, kardeşlerin şehadet haberlerini en yoğun olarak aldığımız bir dönemdir.
İşte, ey Said`in hakiki muhatabları olan Yusuflar, Hamzalar, Osmanlar, Ömerler, Saidler ve saireler! Biz Kur`an ve Sünnetten süzülerek gelen öncülerimizin nass`a dayalı haykırış ve nidalarını doğru anladığımızda, istikbâle olan yürüyüşümüze müthiş bir enerji ve ruh gelecektir. O zaman, zamanımızın memesinden bizimle süt emen gözleri şaşı, basiretleri kapalı, ğayrın oyuncağı, kendileri gibi düşünce ve tasavvurları da hakikatsiz ve haktan sapmış çocuklar varsın başka kulvarlarda top koştursunlar. Onlar Hakkın ve halkın nazarında her zaman rezil u rüsvay olmaya mahkûmdurlar ve mahkûm olacaklardır.
Allah`a emanet olunuz.
Kaynak: Münâzarat- Emirdağ Lahikası II
Muhammed Şakir / İnzar Dergisi – Aralık 2013 (111. Sayı)
Muhammed Şakir