1- Gelin bu defa farklı bir mevzuu konuşalım: Asl ve araz
Hizmet ehli Müslüman açısından bunun iyice anlaşılması gerektiğine inanıyoruz. Gerçekten bu konu, dava, dava hizmeti ve imtihanımızın hemen her karesiyle iç içe olan mühim bir konudur. Evvel ve ahir âlimlerimiz bunu uzun zaman konuşmuşlardır…
Asl ve araz arasındaki fark ve ilişki doğru anlaşılırsa, Allah (cc) için yapılan hizmetlerde karşılaşılan zahmetler ve çekilen mihnetler de doğru anlaşılacaktır. Farklı boyutlara sahip bir mevzudur bu… Biz ise, sadece işin hizmet ve mihnet boyutuna temas eden yönüyle değerlendirmek istiyoruz.
Ulu’l-azm davetçilerin hayatlarına baktığımızda, o kadar sıkıntı ve engellemelere rağmen hizmetten asla geri durmadıklarını ve o engellemeler sanki onlara değilmiş gibi yollarına devam ettiklerini görüyoruz. (Genelde detayda kalan bu gerçek, aslında üzerinde durulması gereken bir meseledir.) Bunun en başta gelen sırrı, bu davetçilerin tek bir noktaya odaklanmış olmalarıdır. Bu nokta, hizmettir. Başka bir ifadeyle, vazifedir. Onların bütün enerjileriyle buraya odaklandıklarını görürüz. Demek ki, asl olan, Allah (cc)’a ubudiyet ve bu ubudiyet dairesindeki hizmettir. Gerçek şu ki, bu sadece asl değil, evet, asıldır; fakat aynı zamanda aslın aslı ve onun özüdür. Kâinatı görünür hale getiren her türden kışr, kabuk, libas, örtü ve suretin çizgi ve nakışlarıyla beraber mahiyet kazandığı muazzam bir “iç”tir.
Asl Olan Ubudiyettir
2- Asl, ubudiyet dairesinin nurani duvarlarının üzerinde biçim alıp yükseldiği ve hakiki hüviyet kazandığı esaslar ve temeller bütünüdür. Mihenk, budur. Öyle ise, bunun dışında kalan ve kalacak olan hemen her bahis ve şey, arızi ve istidradi bir durum, bir heyet ve hal olması lazım gelir. Ama unutulmasın, arızi diye işaret ettiğimiz şeyler, abes ve hikmetsiz değiller. Aşağıda somutlaştıracağımız gibi bunların her birine ait büyük vazifeleri ve hayati işleri vardır. Söz konusu edeceğimiz herhangi bir aslın ortaya çıkmasında, değerlerinin bilinmesinde ve imtihan meydanında arz-ı endam etmesinde umumi-hususi (bunların: arızi şeylerin) rol ve tesirleri vardır… Evet, “Hilkatte hayır asl, şer ise tebeidir. Hayır külli, şer cüz’idir…” (Muhakemat, syf: 132)
“Dolayısıyla güzellikler”den Kaçınmamız Musibetimizi Arttırmıştır.
3- Hayatımızın hemen her alanında olduğu gibi, dava hizmeti alanında da karşılaştığımız ve karşılaşacağımız her bela ve musibet perdesinin altında ya bizzat büyük hayır ve fütuhatları görürüz ya da dolayısıyla… Veya daha büyük ve zararlı bazı hadiselerin def’ine vesile olduklarına şahidlik ederiz. Bediüzzaman’ın konuyla ilgili bir değerlendirmesi: “Her şeyde, hatta en çirkin görünen şeylerde, hakiki bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki her şey, her hadise ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir. Veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hadiseler var ki, zahiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahiri perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var…” (Sözler syf: 227) Mesela Allah (cc) yolunda kital (cihad: savaş) mü`minlerin hoşuna gitmediği halde farz kılınmış. Hoşa gitmemesinin sebebi kitalde öldürmek, öldürülmek, yaralanmak, yer-yurttan uzaklaşmak, zahmet ve sıkıntıların varlığıdır. Oysa Allah (cc) yolunda cihadın sonunda zafer, izzet, Allah (cc) ahkâmının hâkim kılınması, ümmetin selameti, nesil ve ekinin muhafazası vb. dünyevi ve uhrevi güzellikler bulunur. Yine Allah (cc) yolunda hizmet ederken esir olup zindanlara hapsolunma, memleketinden uzak yerlere muhacir olarak gitme, mağduriyetler, mahrumiyetler var. Sabredildiği takdirde ise dünyevi izzet ve uhrevi büyük sevaplara nail olma gerçeği var. İslam’ın ve Müslümanların izzeti var. Bu ve buna benzer hususlar dolayısıyla güzellikler: hüsn-ü bilgayr’e dâhildir.
Hakikatlerden biri şudur ki; ümmetin bugün maruz kaldığı maddi ve manevi saldırılar, işgaller ve sair musibetlerin temelinde genel anlamda dolayısıyla güzellikler olan hüsn-ü bilgayr’e karşı soğuk durmamız ve açıkçası ondan kaçınmamız yatmaktadır. Bu hem Türkiye’deki Müslümanlar için hem de Türkiye dışındaki Müslümanlar için geçerli bir husustur. (Sınırlı bazı istisnaları dışta tutuyoruz)..
Hâlbuki ‘Rahata Rahat ile Ulaşılmaz’
4- “Cenab-ı Hakk, en büyük lezzet ve hazları sıkıntılarla örtmüştür. Sıkıntıları en büyük hazlara ulaşmak için köprü yapmıştır. Arifler: ‘Nimete nimet ile nail olunmaz, rahata rahat ile ulaşılmaz’ demişlerdir.” (Taftazani, Şerhu’l-Akaid) bu ise, kâinat bünyesinin hassas damarlarına yerleştirilmiş bulunan zıddiyet kanunuyla iç içe olan bir şeydir. Örneğin; Hayır ve güzel olana giderken şer ve çirkinin direnciyle karşılaşırız. Menfaat, kemal ve ziyaya doğru yürürken zarar, noksan ve zulmet yolumuza çıkar, önümüzü kesmeye çalışır. İman, nur ve hidayete doğru koşup o dairede cehd ve sa’y içine girdiğimizde ise, dalalet, nar ve küfrün büyük engellemeleriyle yüzyüze geldiğimizi görürüz. Bu paragrafta engelleme ve mücadele vesilesi veya sebebi olarak geçen şer, çirkin, zarar, noksan, zulmet, dalalet, nar vb. gerçekler dolayısıyla güzelliğe birer örnek olarak verilebilir. Bunlar var diye veya bunlar olabilir diye Allah (cc) yolundaki hizmetten kaçınılmaz, kaçınılmaması gerekir. Kaçınsa, büyük vebal ve ilahi gazabı beklemeli…
Ucunda “tehlike var, zarar ve sıkıntı var” diye Müslümanların İslami cehd ve hizmetten geri durmaları büyük bir musibettir.
Şu bilinmeli ki, Cenab-ı Hakk, sayısız hikmete binaen bunları (mücadele: hizmet yolundaki sıkıntı ve zahmetleri) şey ve gölgesi gibi birbirine zabt u rabt etmiştir. Biri varsa öteki de muhakkak vardır. Şunu diyebiliriz, arazdan sayacağımız zahmet ve mihnetler olmasaydı asla talib olan cevherlerin meydana çıkmaları da zor olurdu, belki de olmazdı demek lazım.
İmtihan Zorluklarına Bir Beyan Biçimi Olarak Bakmak/Vazife: Asl’ı Anlaşılır Kılmaktır
5- Kur`an Kerim’de bu meselenin dava hizmetine taalluk eden boyutu bir beyan biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Gerçekten âlemimize ve amelimize dokunup duran şey bunun tarz ve üslubundan başka bir şey değildir.
Kur`an, dava yolunda yaşananları ve şahid olunanları aktarırken esasen bir araz olarak aktarır, asl olarak değil. Peygamber kıssalarında bu çok net bir şekilde görülür. Ve görürüz ki, üzerimize dağ gibi yuvarlanan bela ve musibetler esasen birer beyan biçimidirler.
Beyanı sadece söz olarak değerlendirmek istemiyorum. Bundan daha öte bir şey olsa gerektir. Sözgelimi, ders ve ibret alınacak ve kendisiyle asla ulaşılacak hemen her şeyi bu kapsama alabiliriz. Pekâlâ, hikmet böyle olmasını gerektirir diye düşünüyorum. Halkın dilindeki “Bir musibet bin nasihate bedeldir” sözüne bu açıdan bakabiliriz mesela. O zaman, harfsiz, kelimesiz, kelamsız ortaya çıkan her bir musibeti, onlarca vaizin günlerce, aylarca, bazen yıllarca yapacağı sözlü nasihatlerinden çok olduğunu görebiliriz belki. İşte bu durumdaki musibetlerin her biri birer beyan biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Sanki bu gibi musibetler o vaiz (veya davetçi)lerin sözlerine bedel olarak sevk olunmuşlardır. Tesirleri ve kalpleri sarsmaları başka söz ve hüccete hacet bırakmıyorlar çünkü.
Madem böyledir; o zaman Allah (cc) için ve Onun yolunda dökülen her bir damla kan, ter ve gözyaşı sözünü ettiğimiz bu beyan çeşitlerinden birer çeşit olup, bir parça dokunup üzerinde titrediğimiz asla hizmet eden arızi ve istidradi hallerdir.
Dolayısıyla: kâinata göbeğinden bağlı olan insanın irade, kasd, istikamet ve manevra alanına dâhil olan her ne var ise hepsi bu asla müteveccih, sırf ona kavuşmak ve bir şekilde Onu elde etmek için vardır. Vazife: aslı anlaşılır kılmak, ona giden yolları gösterip açmak ve ennihayet ulaştırıp kavuşturmaktır.
Salih Bir Abdin Asıl Maksadı Rıza-i ilahidir
6- Bilindiği üzere, ubudiyetin özünde irade, ihtiyar, kasd vardır; bunlar var ise o vardır. Şayet halis bir niyet, hareket ve hizmet ubudiyetin içine girip ona ruh verirse sahibini asıl maksada taşıyabilir. Değilse, değil… Burada ‘asıl maksad’dan kastım ise, hiç kuşkusuz rıza-i ilahidir. “Ubudiyet ilahi emir ve rızaya bakar. Ubudiyetin sebep ve muktezası emr-i ilahi ve neticesi ise rıza-i Hakk’tır.” (Lem’alar) Bu ise, halis ve salih bir ameli zorunlu kılar. Bu konuda özgür ortamdaki bir mü`minle zindan gibi yerlerde bulunan bir mü`min arasında herhangi bir fark yoktur. Olsa olsa derece ve sevaplarda bazı farklar olabilir.
Gerçek hayatta (siz bunu içtimai hayatın bütün boyutları şeklinde anlayabilirsiniz) bunun pratik karşılığına gelince; hiç kuşku yok, daima yenilenen, yenilenebilen, zaman ve şartların dilini ve ihtiyacını gözeten aktif ve külli bir program ve müteaddi: muhataba tesir eden bir hizmet anlayış ve ahlakı şeklinde olmalı, olabilmeli. Yani toplumsal ıslahı esas alan ve bir dereceden sonra onu netice veren örnek bir hizmet anlayış ve ahlakı…
Hulasa: davetçinin temelde odaklanacağı asıl mesele, salih ve halis bir amel ile adil bir şahidlik olduğuna göre; bu uğurda başına gelecekler ile maruz kalacağı mihnetleri arızi ve istidradi şeyler kabilinden mütalaa etmeli, edebilmeli. Ta ki Cenab-ı Hakk onu maksadına ulaştırsın.
İlahi! Bizleri razı olduğun salih ve halis kullarının cemaatinden eyle! Bizleri Nebiler, Sıddıklar ve Şehidlerle birlikte haşr eyle ve razı olduğun cennetlerine yerleştir! Âmin!
Allah’a emanet olunuz.
Muhammed Şakir / İnzar Dergisi - Ekim 2012
Muhammed Şakir