Karın yağdığı memleketlerde, kış güneşinin tatlı sıcağını sever büyükler. Gökyüzü açık oldu mu, ateş gezegenine sırt dönüp ısınmak adetlerindendir. O esnada yedek bir uzuv gibi taşıdıkları bastonlarına dayanarak uygun açıyı yakalamakta ustadırlar. Sağ elde tespih, diğerinde baston. Mümkünse hiç hareket etmeden dururlar. Çünkü ne kadar sabit kalınırsa ısıdan o kadar çok istifade edilir.
Şubatın beşiydi. Öğle namazı sonrasında, Ulu Caminin avlusundaki kamelyada bir grup ihtiyar oturmuş hem güneşlenmekte hem de hasbihal etmekteydiler. Kahramanmaraş’ın bu kadim mabedinde kendi devrini yaşayan ihtiyarlar, mevsimin kısa günlerini, semtlerinde bulunan mevcut külliyede geçiriyorlardı çoğunlukla. Henüz yerde kar yoktu fakat kuru soğuk vardı havada. “Bu soğuklar kar getirir.” diyordu geçmişi tecrübe edenler.
Ortam güzeldi. Eve gidip ikindi namazı için tekrar gelmek yerine, oturup birlikte vakit geçiriyorlardı. Yılın bu vaktinde meşguliyet olmadığı için evde oturmak sıkıcı oluyordu bir yerden sonra. Artık bahara kadar cami civarında geçireceklerdi günlerini. Şimdi güneşlenmekten daha öncelikli bir işleri yoktu. Yerleri iyiydi. Taş Medresenin gölgesi ikindiye doğru örtüyordu kamelyanın üstünü. Gölge çöktü mü oturulacağı kalmazdı soğuktan.
Cemaat dağıldıktan sonra imam kapıyı çekip onlara doğru yöneldi. Meydanın ortasına varmıştı ki resmi giyimli biri yanına varıp saygılı bir şekilde konuşmaya başladı. İmam birkaç kez başıyla onayladı muhatabını. Söyleyeceklerini bitiren adam, cebinden çıkardığı kâğıdı imama uzattı. İmam kâğıdı alır almaz adamın yüzüne baktı şaşkınca. Hâl-hareketlerinden itiraz ettiği anlaşılıyordu. Adam ısrar etti, imam direndi. Neyse ki fazla uzatmadan tokalaşıp ayrıldılar. İmam elindeki kâğıtla kamelyaya geldi. Selamlaşma sırasında yer açtılar ona.
“Hayrola hocam, kimdi o?”
“Tanıdığım biri değildi İhsan Amca. Mahallemizin öbür ucunda oturuyormuş. Devlet dairesinde memur olduğunu söyledi?”
“Eee, ne istiyormuş?”
“Babası vefat etmiş, selâsını okutmak için gelmiş.”
Vefat haberi üzerine, kendine çeki düzen verme gereği duydu hazirun. Allah’a sığınıp salavat getirdiler. Rahmet dilediler peş peşe.
İmam elindeki kâğıdı masaya koydu. İçinde bir miktar para vardı. Kimse soru sormadan kendisi açıklama yaptı:
“Kâğıtta merhumun bilgileri var. Para ise selâ okumanın bedeliymiş. Kabul etmedim. ‘Görevimiz’ dedim. Mesai saatine yetişip izin almak için acelesi vardı. ‘O vakit ihtiyaç sahibi birine ver.’ deyip gitti.”
“İhtiyaç sahibi birine verirsin olur biter, değil mi hocam?”
“Evet, öyle yapacağız Salih Dayı. Ama önce cenazeyi kaldırmamız lazım. Birazdan selasını okuyacağım. Mezarı hazır olana kadar ikindi olur. Vakit namazını müteakip defin işlemini yaparız inşallah.”
“Peki, babası kaç yaşındaymış, nasıl ölmüş?”
“Onu ne ben sordum ne de o anlattı Seyfeddin Amca. Büyük ihtimal evinde, kendi eceliyle ölmüş. Çünkü tabutu eve istedi. Gidip alacak görevlilerimiz.”
“Ölüm bu, nerden ne zaman geleceği belli olmaz. Keşke seçme hakkımız olsaydı!”
“Nasıl bir ölüm seçerdin İhsan Amca?
“E bu da sorulur mu Hacı Mahmut, tabi ki şehit olarak can vermek isterdim! Hatta bunun için kısmen çaba da harcadım ama olmadı. İçimde ukde kaldı diyebilirim. Galiba ben de evde öleceğim!”
Diğerleri: “Allah gecinden versin, canı veren de O alan da O. Ne takdir etmişse, gelsin baş üstüne!”
İmam sordu, “Merak ettik şimdi. Nasıl bir çaba harcadın ihsan Amca, anlatır mısın?”
“Bosnalı ve Çeçenistanlı kardeşlerimizin savaş verdiği doksanlı yıllarda cepheye gitmek için uğraştım. O vakit kırk yaşına girmemiştim henüz. Elim ayağım tutuyor, kendimde savaşacak gücü buluyordum. Gideceğim bölgeye doğrudan uçuş olmadığı için birkaç kontrol noktasından geçmek gerekiyordu tabi. Onca hazırlığıma rağmen sınırdan geçemedim. Sivil geçişlerine izin yoktu. Karadağ gümrük kapısından geri gönderildim.”
Sofi Selman sitem etti:
“Aşk olsun sana İhsan efendi, bunca yıldır dostuz, daha yeni öğreniyoruz bu marifetini! Kim bilir daha anlatmadığın ne sırlar gizli sende...”
“Estağfurullah Sofi, Allah rızası için yapılan amellerin gizli kalması daha evladır. Fakat nedendir bilmem, söylemek geldi içimden.”
“Normaldir efendim, deminden beri ölümden bahsediyoruz. Belli ki müteessir oldunuz.” dedi Sofi.
“Haklısın, hassas olduğum bir konudur ölüm mevzusu.”
“Peki, dönünce ne yaptın?”
Soruyu soran, hepsinden genç olan Terzi Rıza’ydı.
“Dönünce işime gücüme devam ettim Rıza kardeş. Halıcılık bildiğim tek meslekti. Tabii burada da az mücadele vermedik! Yasaklanan inanç değerlerimiz için eylem yaparken birkaç kez içeri girip çıktım. Ama bir iki haftalık gözaltılar şeklinde oldu bu. Maruz kaldığım eziyetler de cabası oldu. Biliyorsunuz, bizim de içerde çok şirret din düşmanlarımız var.
Doğrusu asıl hedefim düşmanla göğüs göğüse savaşarak şehitlik mertebesine ulaşmak oldu hep. Afganistan’da, Irak’ta, Filistin’de emperyal batı güçlerine karşı mücadele etmeyi çok isterdim. Hayalen, kalben çarpıştım onlarla. Dualar gönderdim kardeşlerime. Gidemediğim savaşların hepsi hâlâ devam ediyor içimde. Gördüğünüz gibi yaş geçti, gitti. Güçten düştük. Şehadet şerbetini içmenin bir yolu kalmadı gibi!
Salih Dayı: “Elbette ölümün de iyisini istiyor insan. Dediğin gibi, şehadet; haysiyetli, onurlu ve şerefli bir ölüm şeklidir. Fakat her isteyene nasip olmuyor. Kaldı ki hepimizin bir ayağı çukurda artık. Belki yakında hepimiz art arda ölürüz yatağımızda.”
İmam araya girdi:
“Durun bir dakika ağalar! (Tebessüm ederek) daha vefat edeni kaldırmadık bile, hayrola nedir bu aceleniz? Sanki az ötenizde durmuş konuşmanızı bitirmeniz bekliyor ölüm!”
İhsan Amca hak verdi:
“Haklısın hocam, galiba haddimi aştım. (Sakalını sıvazladı) Böyle gaybi konulara girmemek gerek.”
O gün, İhsan Amcanın dili çözülmüştü sanki. İçinde saklı tuttuğu ne varsa hepsini anlatmak ister gibiydi. Oysa az konuşmasıyla biliniyordu.
İmam nasihat etme ihtiyacı hissetti:
“O kadar karamsar olmayın ağalar, belki sonra oturup bu mevzuyu ayet-hadis ışığında konuşuruz. Vakit daralmadan gidip selâyı okuyayım. Ancak efendimiz sallalah-u aleyhi vesellemin şu müjdesini size hatırlatmadan gitmek olmaz. Buyuruyor ki: ‘Şehitler beştir; taundan (vebadan) ölen, karın (yani iç) hastalığından ölen, suda boğulan, yıkıntı altında kalıp ölen, bir de Allah yolunda şehît olandır.’ (Buhârî, Ezân,32)”
Oturanlar salavat getirdikten sonra kendilerini yoklamaya başladılar. Hadis-i şerifte geçen beş grubun içine dâhil olabilme ihtimalini var mıydı acaba?
Seyfeddin Amca konuştu önce:
“Hocamız haklı, bize düşen hazırlık yapmaktır. Bir sohbette dinlediğime göre; hacca gitmek için çok istekli olduğu halde, gidemeyen muttaki bir kula haccın kendisi gelmiş. Allah her şeye kadirdir! Bakarsın peşinden koştuğun şehadet kendiliğinden sana gelir.”
“Peki, ağalar, sonra konuşuruz bunları, geç kalıyorum.” diyen imam müsaade isteyerek kalkıp camiye gitti.
Selâ okundu, cenaze getirildi. İkindi namazından sonra defnedildi mevta.
Gün akşama döndü. Sabah evlerini iş telaşıyla terk eden kalabalıklar, aynı heyecanla geri döndüler. Huzurun, güvenin, mutluluğun adresiydi haneler. Aynı çatı altında birleşince aile oldu bireyler. Yemekle, çayla, sohbetle tatlandırıldı ortamlar. Vakit ilerledikçe uyuyanlar çoğaldı, uyanıklar azaldı.
Gecenin ortalarına gelindiğinde ayakta kalmışların sayısı bir hayli azalmıştı. Onlardan bir ikisi de Ulu Cami kamelyasında oturan ihtiyarlardandı. Akşam erkenden uyumuş teheccüde uyanmışlardı.
Derken vakit gelip çattı. Geldiğini haber verir gibi hafiften sarsmaya başladı deprem. “Ne oluyor, kim sallıyor beni?” diyerek uyananlar, evin komple sallandığını fark ettiklerinde artık çok geçti! Meğer sadece binaları, mahalleleri, şehirleri değil ülkenin üçte biri yıkılıyordu o an!
O gece ölenler öldü, sağ kalanlar ise can yakıcı acılarla tutunmaya çalıştılar hayata. Bir yeryüzü kıyametine açtı gözlerini milyonlar! On binlerce insanı gömmek, yaralıların yaralarını sarmak için zamana karşı yarış başlamıştı. Soğuk hava şartları bir yandan, artçı sarsıntılar bir yandan... Her metrekaresi mayınla tuzaklanmış arazide can kurtarmak gibiydi durum. Aylarca devam edecekti bu hummalı çalışma!
İmam da dâhil olmak üzere çoğunluğu vefat etti Ulu Cami müdavimlerinin. Ne selâları okunabildi, ne de isimleriyle defnedilebildiler.
Belki yan yana, belki apayrı yerlere kazıldı mezarları. Kayıpların çokluğundan ve maddi hasarın büyüklüğünden dolayı çok zordu sağ kalanların işi. Arama kurtarma kadar çıkarılan cansız bedenleri gömmek de önem arz ediyordu. İsimleri, Deprem Can Kayıpları Listesi’ne eklendi. Ancak sıradan bir ölüm değildi bu. Yıkıntı altında kalan niceleri gibi deprem şehidi oldular!..