Zaman çal bir attır. Yerin küresine gelen her bir yolcuyu sırtına alır, dörtnalla tozu dumana katarak gitmesi gerekli olan menzile götürür. Yol uzadıkça toz duman yolcunun başına yağar. Çal at, batan güneşlerin diyarında ne yolcular indirdi.
Bizim inen yolcuları dinleme imkânımız olmadı. Ama bazen yerlerine koyup, kendimi dinliyorum. Ne pişmanlıklar duyuyorum. Keşke bilseydiniz, dönüşü olmayan pişmanlıkların ne kadar da acı verdiklerini!
Dönüyorum kendime, bize, bize verilen zaman ve fırsatların ne kadar da değerli olduğunu görüyorum. Ve sonra pişmanlıktan yüzümü kapatarak tekrardan bugüne dönerek çal atımın sırtında yola devam ediyorum. Uyanıyorum, sırtında olduğum zamanın çal atımda sarsılıyorum. Ellerim titriyor, içim yanıyor, ödüm kopuyor ve dudaklarım kımıldıyor. Yalvarıyorum, haykırıyorum, yanıyorum, hızlı bir şekilde geride kalan zamanın kilometre taşlarına! İniş menzilime az kaldı diyorum.
Ama biliyorum az, az değildir, küçük bir çekirdek küçük olmadığı gibi. Zira küçük çekirdek bağrında bir hayatı barındırıyor. Bizdeki bu az ile geleceğin semalarına bereket dolu bulutları göndermeye yeter ve artar bile! Çünkü atın sahibi, zeminin sahibi, yolcunun sahibi bunu bize beyan ediyor; “Öyleyse cesaretinizi yitirmeyin ve üzülmeyin. Eğer gerçekten inanıyorsanız, mutlaka üstün gelecek olan sizsiniz.” (Ali İmran, 139)
Çal at koşarken, tutunmaya çalışıyorum, temaşaya dalıyorum.
Nice vadileri geçti.
Nice dağları aştı.
Kerbela!
Halepçe!
Hama!
Ve şimdiye kadar emsali olmayan GAZZE!
Kerbela’da kesik başlar inanmıştı ve galip geldi.
Hama’da, yıkılan enkazların altında kalanlar inanmıştı ve galip geldiler!
Halepçe’de yere yığılanları kimse sormadı, ama inandıkları için galip geldiler.
Ve bugün! Geçmişle kıyası olamayan bugün!
İnsanlığın ağır bir sınavı olan bugün!
Şairlerin şiirindeki sabır ve cesareti yeni bir anlama mecbur eden bugün!
Bugün, GAZZE olan bugün!
Bugün, Filistin olan bugün!
Kelimeler yeniden anlam arayışına girdi.
Soykırıma uğrayan Gazze’nin çocukları, anneleri, babaları, gençleri, yaşlıları “Ni’mel Mevla ve Ni’mel nesir” diyor. Gözler göklere dalmış, başka da kimseyi görmüyor. Zaten gökten başka da kimse görünmüyor.
Yıkılan şehirler, yakılan bedenler, insanlığa açık bir çağrı kitabıdır. Ve ben, biz kitabı okumaya çalışıyorum, çalışıyoruz. Günler geceler değil, saniyeler sayfa olmuş, her sayfada ciltler dolusu çağrı var.
Başım ellerimin arasında, yarın pişman olmamak için bugün ne yapmalıyım, ne yapmalıyız? Biraz sonra değil, hemen şimdi diye yanıyorum. Yoksa bugünün saniyeleri, yarınımıza bir utanç lekesi olacak. Diz çöküyorum. O’nun kelamıyla, O’na yalvarıyorum.
Ey gecenin karanlığı, gündüzün aydınlığı içinde barınan her şey O’na ait olan Allah!
Her şeyi hakkı ile işiten, her şeyi kemâliyle bilen Allah. (Enam, 13)
Sen ki geceyi istirahat ve sükûnet vakti, (geceyi) gündüze bir örtü eyledin. (Furkan, 47)
Sen ki gecenin karanlığını dağıtan gündüzü, maişet ve hareket vakti eyledin. (Furkan, 47)
Anlayabilenler için her birisinde anlaşılan, görülen dokunulan deliller yerleştirdin. (Zariyat, 20)
Sen ki bir düzenle yörüngeler içinde dönüp durmakta olan güneşi ve ayı yarattıklarının hizmetine verdin. (İbrahim, 33)
Gelip geçen vakitlerde sabır eden, şükür edenler için ibretler yarattın. (İbrahim, 5)
İlahi!
Gündüzü örten gecenin örtüsüne necis eller uzandı. Mahremiyet kalmadı. Gecenin örtüsünü yırttılar, gündüzün neşesini aldılar.
Utancından kıvranan gündüzün, örtüsü yırtılan gecenin karanlığında, ruhumu beraberimde olanlar ile Gazze’nin sokaklarına salıyorum. İnsanlığımızdan utanıyoruz. Şu yıkılan şehir, katledilen insanlık, yükselen feryatlar, ne gecenin sükûnetini bıraktı ne de gündüzün maişetini. Minik bedeni parçalanan bebek, sana tebessüm ederken, insan şekline benzeyen canlının, kudurmuş yüzünü sana şikâyet ediyor. Ve biz bu enkazın arasında, feryatların haykırışında, ellerimiz ayaklarımız bizi zor taşıyor. Zamanı ileri alıyoruz. Torunlarımız, bu ne hal derken başımız eğiliyor.
İlahi!
Bize Fatiha’da öğrettiğin dua ile yalvarıyoruz.
“Bizi doğru yola ilet!
Öyle bir yol ki öncekiler (geçerken) sen onlara nimetini verdin. Bizi gazaba uğrayanların yolundan muhafaza et.” (Fatiha, 6-7)
Çal at durmuyor, hızdan daha hızlı bir şekilde zamanın kilometre taşlarını geride bırakarak ilerliyor, hem de çok hızlı! Gördüğüm her köşe, her enkaz, Allah’a secde secde giden her beden, en gür seda ile haykırıyor, çağırıyor, uyarıyor. “Biz kazandık, siz bu enkazın altında kalmayasınız.”
Çarem yok, imkânlarım yok, demeyiniz. Bugün elimizdeki imkânlar kadar yarın pişman olmamak için yapabileceklerimiz çoktur. Biliyoruz. Çünkü az, az değildir.
İsterseniz zamanı ileriye alıp bugünü elinizden alınmış hal ile kendiniz ile konuşunuz, sorunuz, sorgulayınız, ama çok acele ederek! Yarın çok geç olabilir. Sadece bugün değil, her zaman yarın çok geç olabilir.
O zaman belki kendimizi daha iyi anlarız.
O zaman belki ayağa kalkar, yapabileceklerimize koşarız.
O zaman belki hayat bizde bir anlam bulur ve deriz ki iyi ki varız.
Zaman denen çal atın sırtında menzile doğru hızla ilerlerken, iyi ki var olanlardan olma ümidi ve duası ile!..