Hem Kur’an-ı Kerim’de bizzat ‘hür’ ‘muharrar’ ve ‘tahrir’ şeklinde bulmamız nedeniyle hem etimolojik zenginliği sebebiyle hem de mevzuya bakacağımız yer/zaman açısından özgürlük yerine hürriyet kelimesini kullanacağız. Yoksa kavramların güncel karşılıklarıyla sorunumuz yok. Zira sadece belli devirlerin veya diyarların değil, “dillerin hepsi Allah’ın ayetlerindendir.” (Rum 22)
Her Müslüman, İslam’ın bir hürriyet beyanı olduğunu bilir, hisseder ve bir şekilde yaşar. Üstad’ın dediği gibi: “Asıl mü'min hakkıyla hürdür. Demek, ne kadar imana kuvvet verilse, hürriyet de o kadar kuvvet bulur.” (Tarihçe-i Hayat)
Lakin bu Müslüman, Bediüzzaman gibi büyük bir alim ve müceddid ise durum biraz değişir. Çünkü bu defa hürriyet kendisini bir bünyede tarif eder, kendi kıymetini O zat ile yeniden öğretir, ötekine, geleceğe ve ileriye taşır.
Siyaset, sanat, edebiyat gibi alanlardaki serüveni, ister ‘hürriyet, müsavat ve uhuvvet’ ile özetlenen Fransız ihtilali ile başlamış olsun isterse ondan önce veya sonraki başka saikler fark etmez, sonuçta iki asırdır tüm dünyayı sarsan bir mefhumdan bahsediyoruz.
Kendisinden isim vermeden yer yer alıntılar yaptığı Namık Kemal gibi belki bir “Hürriyet Kasidesi” yazmamıştır. Ancak 11 Temmuz 1908 yılında Sultan Ahmet meydanı ile ardından Selanik’te kalabalığı sakinleştirmek için yaptığı konuşmasının başlığı, Bediüzzaman’ın kendi hayat hikayesine de rahatlıkla verilebilir: “Hürriyete Hitap”
O’nun hürriyet arayışından söz ederken, doğduğu köyün fiziki yapısını da hatırlamakta fayda var. Çünkü -gidenler bilir- Nurs köyü, birbirine çok yakın iki dağın arasında hem ormanlık dar bir vadide, haliyle çevresini açıktan görmeyen bir noktadadır. Çocuk yaşlarda başladığı ilim tahsilinde sık sık medrese değiştirmesinin bir sebebi de budur: ilmî hürriyetinin kısıtlanması.
Ahmed Paşa’nın “Kıldım belâ-yi aşk ile ben mübtelâ sefer // Meşhurdur ki âşıka yâ sabr u yâ sefer” beyitinde de geçen “ya tahammül ya sefer” dilemmasında, Bediüzzaman hür seciyesiyle küçük yaşlarda seferi, sonrasına ise hep tahammülü seçmiştir. “Allah, insanı iddiasından vurur” diyen şairin tespit ettiği üzere hürriyet aşığı olan Bediüzzaman, takdir-i ilâhi tarafından neredeyse hayatının yarısı boyunca, hürriyetten mahrum bırakılarak imtihan edilmiştir.
Yaşadığı coğrafyanın sorunlarıyla ilgili köklü bir çözüm olarak düşündüğü Medresetü’z Zehra projesine destek bulmak için gittiği İstanbul’da kendisini bir anda meşrutiyet, hürriyet mücadelesinin içinde bulur. Gazetede yazılar yazar, cemiyetlerin kuruluşunda ve faaliyetinde yer alır. Ancak O’nun düşüncesi, ‘hürriyet olsun da ne olursa olsun’ değildir. Aksine derdi yine Kur’an’ın ve İslam aleminin hürriyetidir. Hürriyetin ancak İslam şeriatına gereği gibi sarılmakla, güzel ahlakla ve Allah azze ve celleye ihlaslı ibadetle gelişeceğini söyler ve sınırsız hürriyetin hayvanlık olduğunu hatırlatır, kulluk şerefi bakımından insanın hürriyetinin sınırlanmasının zaruret olduğuna vurgu yapar.
İstanbul’dan Van’a dönüşünde aşiretlere yaptığı derslerde hürriyeti tarif ederken şöyle der: “Hürriyet’in şe’ni(özelliği) odur ki; ne nefsine ne gayra zararı dokunmasın. Yani tam ve mükemmel hürriyet, kişinin firavunlaşmaması ve başkasının hürriyeti ile alay etmemesidir. Kanun-u adaletten başka hiç kimse kimseye tahakküm etmeyecek. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşrûasında (meşru davranışlarında) şahane serbest olsun.” (Münazarat)
Yine Hizanlı Şeyh Selim’in Hürriyet hakkındaki:
حُرِّيَّةٌ حَرِّيَّةٌ بِالنَّارِ ِلاَنَّهَا تَخْتَصُّ بِالْكُفَّارِ “Hürriyet ancak ateşe lâyıktır. Zira kâfire mahsus bir şiardır” sözü sorulunca Bediüzzaman; onun mevzuyu yanlış anladığını belirttikten sonra şu sözle nazirede bulunur:
حُرِّيَّةٌ عَطِيَّةُ الرَّحْمٰنِ اِذْ انَّهَا خَاصِّيَّةُ اْلاِيمَانِ “Hürriyet Rahmân'ın ihsânıdır, zira o imanın bir hassası ve seçkin bir özelliğidir.” (Münazarat)
Yine aynı aşiretlere, İslam’ın gelecekte neden galip geleceğini sayarken bunun dayanağının beş kuvvet olduğunu ifade eder ve bunlardan birinin Müslüman alemin kalbindeki meşru hürriyet olduğunu bunun da; zalimlere dalkavukluk etmemeye ve biçarelere zorbalık yapmamaya dayandığını ifade eder.
Hutbe-i Şamiye’de de Müslümanların gerileme sebeplerini sıralarken birini de; “salgın hastalıklar gibi yayılan istibdat” diye zikreder. Burada istibdat dediği şey aslında toplum planında hürriyetin zıddı olan baskıcılıktır.
Osmanlı’nın hürriyetini çok ehemmiyetli gören Bediüzzaman, talebeleriyle savaşa gönüllü olarak katılmaktan geri durmaz. Sibirya’da esir kampında da hürriyete kavuşmak için bütün fırsatları değerlendirir. Önce çevredeki Tatar köylerinin talebi üzerine kamptan çıkarak camilerine imam olarak gitmeye muvaffak olur. Ardından da firar ederek İstanbul’a gelir. İstanbul’da İngiliz işgaline karşı da altı maddelik bildiri dağıtarak hürriyet mücadelesi başlatır. Anadolu’daki hareketi de hürriyet fikriyle destekler.
Ve 1925 sonrasında işkenceli hayatında duruşma salonlarını bir hürriyet kürsüsü olarak kullanır. Her biri manifesto sayılacak savunmalar yapar.
Mesela, Eskişehir savunmasında da, cumhuriyet için hürriyetin en geniş şekli der ve kendisine yapılan eziyetlerin bu durumla çeliştiğini beyan eder.
Ve Emirdağ’da sürgünde zorunlu ikamette iken kendisine kaymakamlık tarafından bir miktar iaşe verilmesine karar verildiğini duyunca o tarihi sözünü söyler: “Ben bunların insaniyetine teşekkürle beraber, derim: En ziyade muhtaç olduğum ve hayatımda en esaslı düstur olan, hürriyetimdir. Asılsız evham yüzünden, emsalsiz bir tarzda hürriyetimin kayıtlar ve istibdatlar altına alınması, beni hayattan cidden usandırıyor. Değil hapis ve zindanı, belki kabri bu hale tercih ederim. Fakat, hizmet-i imaniyede ziyade meşakkat ise ziyade sevaba sebep olması bana sabır ve tahammül verir. Madem bu insaniyetli zatlar benim hakkımda zulmü istemiyorlar, en evvel benim meşru dairedeki hürriyetime dokundurmasınlar. Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.”(Emirdağ Lahikası)
Heva ve hevesin serbestliği şeklindeki sapmalara karşı Bediüzzaman, hürriyetin hakikatiyle ilgili şöyle bir ufuk çizer. “Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.” (Sözler)
Risale-i Nur’u da bu zaviyeden değerlendirmek mümkündür. Çünkü imanı, taklidilikten kurtarıp tahkiki hale getirme çabası, aslında kişiyi esir alan, sebeplere/vasıtalara köle eden günahlardan ve şüphelerden azad edip hakiki hürriyete kavuşturmayı amaçlamaktadır.
Allah O’ndan razı olsun.
Özkan Yaman
Özkan Yaman