Tasavvuf, eğer Ma`ruf el Kerhi`nin (ö. 815) tarif ettiği gibi; “hakikatleri almak, insanların elindekinden ümid kesmek” ise, imanın özünü, zihinlerde tespit etmeye çalışırken insanlardan değil Allah`tan yana daima ümitli olmayı işleyen Risale-i Nurun bu tariften hissesi vardır.
Ezcümle, Risale-i Nur`da 17. Söz`ün 2. Makamında Üstad şöyle der: "Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk olan(Allah aşkıyla kendinden geçen) Mevlânâ Câmi, kesretten vahdete yüzleri çevirmek için, bak, ne güzel söylemiş:
يَكِى خَواهْ، يَكِى خَوانْ، يَكِى جُوىْ، يَكِى بِينْ، يَكِى دَانْ، يَكِى كُوىْ
demiştir. Yani; yalnız Biri iste; başkaları istenmeye değmiyor. Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor. Biri talep et; başkaları lâyık değiller. Biri gör; başkaları her vakit görünmüyorlar, zevâl perdesinde saklanıyorlar. Biri bil; marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faidesizdir. Biri söyle; Ona ait olmayan sözler mâlâyâni sayılabilir."
Tasavvuf, eğer Ebu Süleyman ed-Darani`nin (ö. 830) vasfettiği gibi; “Hak`dan başkasının bilmediği amellerin sufi üzerinde cereyan etmesi ve sadece Allah`ın bildiği bir hal üzerinde sürekli Hak ile beraber olmak” ise bu tanım için belki de akla gelecek ilk misallerden biridir Bediüzzaman Hazretleri.
Üstadın esaret, sürgün, işkence, mahkeme ve zindan hayatında müşahede edilen inayet ve hıfz-ı ilahi altındaki harikulade hallere, ancak Allah`ın dilediği kullarına bahşettiği hususi ikramlar denilebilir. Yine gece gündüz sürekli zikirle, dua ile, tefekkürle, dersle, cehd ile sürekli Hak ile beraber olan bir zat bu tarife de uymaktadır.
Tasavuf, eğer Cüneyd-i Bağdadi`nin (ö. 909) dediği gibi; “Sulhu bulunmayan bir savaş” ise, Bediüzzaman, bu savaştaki, tabiat, nefs-i emmare, şeytan ve taraftarları, cehalet, zaruret, ihtilaf gibi düşmanları iyi tespit eder.
Tasavvuf, Şibli`nin(ö. 945) dediği gibi; “tasasız, kedersiz olarak Allah ile beraber oturmak” ise, soğuk bir zindan köşesinde ölüme terkedildiğinde “belâ vereni buldunsa, atâ-ender, safâ-ender belâdır, bil” diyerek aşkınlığın verasında Allah ile ünsiyete dalan Bediüzzaman`ın da bu manada tasavvuf ehli olduğunu söyleyebiliriz.
Tasavvuf, Seyyid Şerif Cürcani`nin (ö. 1414) dediği gibi; “şeriatın zahir ve batınını, ahkâm ve adabını bilip yaşamak” ise, “Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım” diyen Üstad`ın bu tariften hissesi gayet açıktır.
Bediüzzaman`ın, zamanı ve zemini çok iyi teşhis ettiği için tarikat geleneğine usul açısından biraz dokunsa da, gerek Mevlana, Muhyiddin-i Arabi, A.Kadir Geylani, Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbani, ve Mevlana Halid Şehrezori, Niyazi-i Mısrî, gibi bir çok mutasavvıf ve veliden sitayişle bahsetmiş, onlardan örnekler vermiş hatta çoğu için Üstadım tabirini kullanmıştır.
Bediüzzaman`ın sorulan sorular üzerine Muhyiddin-i Arabi hakkında bir takım tenkitler yaparken dahi hürmet ve ihtirama azami derecede dikkat ettiğini görürüz.
Bediüzzaman`ın bir tekke veya dergah değil de medrese kökenli oluşu, elbette ki onun bir şeyh/sufi/mürşid/halife olarak değil alim ve üstad vasıflarıyla zikredilmesine vesile olmuştur. Dolayısıyla rabıta, hatme, silsile, intisap, çile gibi tabirlere yaklaşımı da hususi değildir.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine dair neredeyse her şeyi bulabildiğimiz Risale-i Nurlarda belki de en çok karşılaştığımız konu zikirdir, virddir, tesbihtir, hamddir, tefekkürdür.
Tasavvufun felsefesi, metodolojisi, tarihi, külliyatı, kısaca nazari kuramı üzerine Risale-i Nur bir üniversite gibidir.
Zira tasavvuf denildiği zaman akla gelen tüm kavramlar adeta Risale-i Nur`ların her tarafına serpilmiş gibidir.
Mesela “Tasavvuf, tarikat, velâyet, seyr-ü sülûk namları altında şirin, nuranî, neşeli, ruhani bir hakikat-i kudsiye vardır ki..” cümlesiyle başladığı Telvihat-ı Tis`a namıyla neşredilen 29. Mektubun Dokuzuncu Kısmında tarikatlerle ilgili iki net ifade kullanır.
Mezkûr Risalede, bazı kimselerin Sünnet-i Seniyye konusunda hassasiyet sahibi olmadan girdikleri tarikat yolunda bir kısım tehlikelerle yüz yüze kalabildiklerini söyler.
Bahsettiği hususlar; kerametlerin ve manevi zevklerin ibadetlere tercih edilmesi, evliyanın sahabeden üstün görülmesi, ilhamın vahiyle karıştırılması, yer yer tarikat virdlerinin ve usullerinin sünnetin önüne geçirilmesi gibi konulardır.
Ancak bu risklerle beraber, tarikatlerin önemine ve değerine dikkat çekerken de; kalbin bu vasıtayla işlettirilip insani hislerin yaratılış hedefine yöneltileceğini, zikir, riyazet gibi fiillerdeki ihlas ile gizli şirkten kurtulma imkanı olacağını, doğru yoldan sapmamış olanlarıyla dalalet ve şüphelerin atılacağını, oradaki huzurla gelen niyetin adetleri ibadete çevireceğini, manevi ilerleme ile insan-ı kamil olma azmi kazandıracağını da söyler.
Bediüzzaman bütün hak tariklerin kaynağının Kur`an olduğunu belirtir ve kendisinin de Kur`an-ı Kerim`den ‘Allah`a karşı mutlak çaresizliğini ve muhtaçlığını bilme, tefekküre sarılma ve şefkatli olma` şeklinde bir tarik(yol) aldığını, bunun virdlerinin de “Allah Resulünün sünnetine tabi olmak, farzları yerine getirmek, büyük günahları terk etmek ve özellikle namazı gereğince kılmak ve tesbihatı yapmak” olduğunu anlatır.
Tasavvufta önemli bir yeri olan İmam Rabbani Ahmed Faruk-u Serhendi(ö.1624) hazretlerinin bu konuda Bediüzzaman Said Nursi(rh) üzerinde etkisi olduğu da açıktır.
İmam Rabbani`nin “imanı henüz tahkiki olmayan ve farzlarda ihmali bulunan kimseler tarikat seyahatinde gidemezler” gibi birçok sözü ve bu çizgide ilerleyen hayatı adeta Risale-i Nur`da şerh edilmiştir.
Mesela Üstadın; “Zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır. Tarikatsız Cennete giden pek çok, fakat imansız Cennete giden yoktur” ve “Risâle-i Nur mesleği, tarikat değil, hakikattir, Sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır.” (Emirdağ Lahikası) şeklindeki yaklaşımı gibi.
Bediüzzaman`ın yine İhlas Risalesinde kullandığı rabıta ve fenafişşeyh gibi tabirlerinde görüldüğü gibi tasavvuftaki düsturları Üstad, kendi usulüne göre yorumlar.
Tüm bunların yanında Bediüzzaman`ın tasavvuf ve tarikate bakışıyla ilgili yorumlarda üç şeye dikkat etmekte fayda vardır. Birincisi, sergüzeşt-i hayatı, ikincisi yaşadığı dönemin şartları, üçüncüsü de Risale-i Nur`un bütünüdür.
Bediüzzaman`ın Cevşen başta olmak üzere Şah-ı Nakşibendi`nin Evrad-ı Kudsiyyesi, Hz. Ali`nin Ercuzesi ve Celcelutiyyesi, Delail-i Nur, Münacaat, Tahmidiyye gibi birçok istiğfar ve virdin yanında bizzat kendi niyazının hacimli olarak yer aldığı 29. Lema`yı sürekli okuduğu, bilinen bir husustur.
Yine Üstadın mal, makam, şöhret ve teveccühten hatta hediyeden dahi uzak durarak nasıl bir zühd ve istiğna haline sahip olduğu da herkesin malumudur.
Risale-i Nur`ları sürekli ve zevkle okuyan bir kimsenin, şevkle Kur`an tilavetine, zikir ve tesbihe yönelmesi de Üstad`ın tasavvufu nasıl yaşadığı hakkında ayrıca kuvvetli bir işarettir.
Rabbim Onların yolundan ayırmasın.
Özkan Yaman | İnzar Dergisi | Kasım 2017 | 158. Sayı
Özkan Yaman